19 Kasım 2020 Perşembe

Yunan Kilisesi Başpiskoposu İeronimos koronaya yakalandı

 Yunanistan Kilisesi Başpiskoposu İeronimos’un koronavirüse yakalandığı açıklandı. İeronimos beş gün önce Başbakan Kiryakos Miçotakis ile görüşmüştü.

Atina’daki Evangelismos hastanesinde tedavisi süren Yunanistan Başpiskoposu İeronimos’un önlem olarak yoğun bakım ünitesine gireceği duyuruldu.

Atina ve tüm Yunanistan’ın Başpiskoposu Ieronimos’un tedavisini sürdüren doktorlar, koronaya yakalanan başpiskoposun hafif korona semptomları nedeniyle perşembe sabahı hastaneye kaldırıldığını belirttiler. 

SKAI TV’de verilen haberde İeronimos’un önlem olarak yoğun bakım ünitesine alınacağı bilgisi verildi.

Beş gün önce Başbakan Miçotakis ile görüşen İeronimos’un koronavirüs test sonuçları negatif çıkmıştı. 

Hafif semptomlar görülmesi nedeniyle 16 Kasım günü tekrar test olan Yunan kilisesinin liderinde bu sefer korona olduğu görüldü.

Başpiskopos İeronimos’un sağlık durumuyla ilgili açıklama yapan kilise yetkilileri İeronimos’un herhangi bir özel sağlık sorunu olmadığını vurgularken dün ateşinin 37.7’e yükseldiğini kaydettiler.



15 Kasım 2020 Pazar

ANASTASYA'YI ARARKEN


                                                                                   

Birinci Bölüm (Üç Bölüm olarak yayınlanacaktır)

Anastasya’yı, 1993 yılının sıcak bir yaz gününde görmüştüm. O zamanlar Almanya’nın güney şehri Heilbronn’da, ailemin yanında yaşıyordum. Anastasya bizim eve ziyarete gelmişti. Kısa bir görüşme olmuştu. 

Anastasya bana çok yakın ilgi gösteriyor, merak ediyor, beni tanımak istiyordu. Büyümüştüm, delikanlı olmuştum onun gözünde. Ben ailemin tanıdık çevresinden birinin bir ziyareti olarak düşünüyor, Anastasya'nın sorularına kısa kısa cevaplar veriyordum. Anastasya’yı yıllar sonra aramaya çıkacağım, bulmaya çalışacağımı nereden bilecektim o gün. Bu ziyareti, kafamda takılan birkaç soru işaretinin dışında kısa bir süre sonra unutmuştum bile. Beni meşgul eden soru işaretlerinin başında “kimdi bu Anastasya?” geliyordu. Anastasya, Pontoslu bir Rum’du. Türkçe biliyordu. Almanya’ya Yunanistan'dan gelmişti. Atalarının geçmişi Türkiye’ye dayanıyordu. 

 

13 yıl Türkiye'de yaşamıştım. Dolayısıyla Türk eğitim sisteminin düşünce dünyamda bıraktığı izler halen taze sayılırdı. Dünyaya veya Türkiye gerçeklerine bakışımda özellikle okulda, yaşamın içinde, medya aracılığıyla sürekli yenilenerek aktarılan, 1930'lı yılların ürünü olan Türk tarih tezinin etkisi güçlü bir şekilde kendisini gösteriyordu. Bireylerinin birbirlerine en büyük hakaret olarak “Ermeni’’ veya “Rum’’ terimlerini kullandığı ve bunun hiç sorgulanmadığı bir toplumdu içinden çıkıp geldiğim toplum. Belki de bilinçli olarak ilk defa bir Rum ile karşılaşıyordum. Lise yıllarında Sivas’ta kaldığım öğrenci yurdunda Trabzon’dan gelen ve aynı yurtta kaldığımız, kendi aralarında konuşurken benim anlamadığım, sonradan Pontosça olduğunu öğrendiğim bir dili konuşan sarışın, mavi gözlü 3 öğrenci çocuğu saymazsam. Ne tuhaftı, Anastasya bana okulda, tarih derslerinde, kitaplarda, medyada “hain” diye tanıtılan ve “onların’’ nasıl denize döküldüğünün anlatıldığı “kahramanlık” hikayelerinde geçen “hain”, “düşman”, “Rum”, “Yunan”dı…

 

 Anastasya ziyareti sırasında, ailem ile bol bol eski günleri yad etmişlerdi. Aynı işçi barakalarında kalmışlardı. 1970'li yılların başlarıydı bahsi geçen dönem. Bu işçi barakalarında, Türkiye’deyken aynı ortamlarda bulunma ihtimalleri çok düşük olan hem Türkiye'nin ve hem de dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlar yan yanaydılar. Bunların arasında birde Türkçe bilen Pontoslu Rum aile vardı ve bu aile ile ailemin çok iyi ilişkileri vardı… İçerisinden çıkamayacağım çelişkilerle dolu bir durumdu. Ailemin Rumlarla, Yunanlılarla bu yakın ilişkisi nereden geliyordu? Hayli bir zaman zihnimi “onlar düşman değil miydi? Biz onları hainliklerinin karşılığı olarak denize dökmemiş miydik? Hain bir halkla nasıl dost olunurdu?” gibi sorular meşgul etmiş, bir süre sonra da unutmuştum bile. Ailemin beni şaşırtan dostlukları sadece Anastasya’nın ailesi ile olan bu dostluğundan ibaret değildi. Türkiye’de her ne kadar dindar ve milliyetçi bir toplumun içerisinde yetişmiş olsam da ailemin Almanya’daki yakın arkadaş ve dost çevresi kozmopolitik renkli bir çevreydi. Mesela babamın en yakın dostu Dersimli Kızılbaş Zaza Haydar’dı. Dostluğun da ötesinde kardeş gibiydiler. Kan kardeş olmuşlardı babam Cahit ve Haydar. Yıllarca süren sağlam bir dostluktu onlarınki. Kan kardeşi Cahit’in ölümü Haydar’ı çok derinden sarsmıştı. Yıllar sonra bile kan kardeşinin ne zaman bahsi geçse Haydar gözyaşlarına hâkim olamazdı. Ne kadar çok hatıraları vardı birlikte. Haydar, babamın ehliyeti olmadığından, Türkiye’ye yaz tatiline giderken birkaç kez arabası ile bizimkileri de birlikte götürmüştü. Almanya’dan Sivas’a kadar birlikte yolculuk yapmışlardı. Bu yolculuklarda Haydar, Sivas’ta bir mola verip sonra devam ederdi Erzincan’da yaşayan ailesinin yanına. Dedem Haydar’ı kendi öz evladı gibi severdi. Oğlunu ve ailesini ona sağ salim getirdiği için, araba evin avlusuna girer girmez, daha arabadan kimse inmeden kurban keserdi dedem. Bir seferinde de ailemin Türkiye’de bulunduğu bir tatilde hep birlikte Erzincan’a gitmiş, ailecek orada görüşmüştük. Haydar ve babamın yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Böyle bir dostluktu onlarınki…

 

Ailemin Türkiye’nin ezilen, baskı gören, ötekileştirilen halkları ile olan dostlukları sadece Haydar ve ailesi ile sınırlı değildi. Yakın arkadaş ve dostları arasında Pontoslu Rum, Kızılbaş Zaza, Kızılbaş Kürt, Sünni Kürt, Kızılbaş Türk aileler vardı. Türkiye toplumunun daha çok Sünni kesiminde hâkim olan Alevilerle ilgili mevcut önyargılar, ailemin bu dostlukları sayesinde bana bulaşmamıştı. Kendi Alevi arkadaşlarımdan yaşadıkları ayrımcılığı anlattıkları birçok olayı öğrenmiştim yıllar içinde. “Sizde gerçekten mum söndürme olayı var mı? Sizin gerçekten kuyruğunuz var mı?” gibi iğrenç ırkçı sorulara muhatap olmuş Alevi-Kürt arkadaşlarım, dostlarım vardı.       

 

 

Aradan zaman geçmiş, yavaş yavaş milliyetçilikle, dinle, resmi tarihle yüzleşmeye başlamıştım. Türkiye'de 13 yılda bünyeme işlenen, milliyetçi, bağnaz zehri artık bünyemden yavaş yavaş atmaya başlamıştım. Bu, aynı zamanda bugüne kadar öğrendiğim resmi tarih bilgisinin de tamamen yalan ve yanlış bir öğreti olduğu anlamına geliyordu. Gerçek tarihi, alternatif tarih yazılımından öğrenme zamanı gelmişti. Gerçek tarihte, mazlumların, ötekileştirilenlerin, yok sayılanların, soykırımlara, katliamlara uğrayanların yaşanmışlıklarına tanık oluyordum. O zamana kadar öğrendiklerimde, failler mağdur ve mağdurlar fail olarak anlatılıyordu. Artık resmi tarih bilgisinin sorgulandığı ve yerine gerçek, unutturulan, unutturulmak istenen tarih bilgisinin filizlendiği süreç başlamıştı zihnimde. Gerçekleri öğrenmek, sadece bilgileri yenilemek, yanlış bilginin yerini doğru bilgi ile değiştirmek demek değildi. Ortada devasa bir adaletsizlik geleneği vardı ve bu adaletsizlikler halen devam ediyordu. Yüzleşmek gerekiyordu bütün haksızlıklarla. Tarafsızlık gibi bir lüks yoktu. Haklının, ezilenin yanında olmak, haksızlığa karşı tavır almak, yanlışa yanlış, doğruya doğru demeyi gerektiriyordu. 1894-96 Ermeni-Süryani katliamları, 1909 Adana Ermeni katliamı, 1915 Ermeni-Süryani Soykırımı, 1919 Pontos Soykırımı, 1921 Koçgiri katliamı, 1934 Trakya Yahudi Pogromu, 1938 Dersim Soykırımı, 1942 Varlık Vergisi talanı, 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 1974 Kıbrıs’ın işgali, Çorum, Malatya, Maraş, Sivas Alevi katliamları, Sinagoglarda gerçekleştirilen katliamlar, Askeri-Sivil cuntalar, on yıllardır devam eden Kürt katliamları, Romanların karşı karşıya kaldıkları yer yer linçe dönüşen baskılar, kadın sorunu, homofobi… Say say bitmez. Yüzleşilecek, Osmanlı İmparatorluğu ve onun ardılı yeni kurulan Türk devleti ile ilgili öğrenilecek daha o kadar çok şey vardı ki! Günler, haftalar, aylar ve yıllar geçip gidiyordu. Soykırıma uğrayan halkların yaşadıkları acılarla, onlara yapılan haksızlıklarla ilgili öğrendiğim her yeni bilgi, benim Anastasya’yı görme ve onunla konuşma isteğimi daha da güçlendiriyordu. Anastasya’yı bulmak, yeniden tanımak, onun ailesinin geçmişini öğrenmek artık beni sürekli meşgul eden, git gide merakımın arttığı bir hal almıştı.    

 

 “Tin Padridam Exasa” Ağıtı Bana Kılavuz Oldu

21 Haziran 2019 günü, diş doktorunda oğlum Miran ile ikimizin randevusu vardı. Kendi kontrolüm bittikten sonra sıra Miran’a gelmişti. Onun kontrolü en fazla yarım saat kadar sürecekti. Miran’a, kısa bir seyahat bürosuna gidip, yarım saat sonra geri döneceğimi söyledim. Diş doktoru ve muayenehanede çalışanlar çok iyi insanlardı ve işlerini çok iyi yapıyorlardı. Onlara güvenebilirdim. Doktordan çıkıp hızlı adımlarla seyahat acentasına doğru yürümeye başladım. Muayenehane ile gideceğim yerin mesafesi yaya beş dakika kadardı. Ve ikisi de çarşı merkezindeydi. Ana caddeden karşıya geçtikten sonra seyahat bürosuna tam yaklaşmıştım ki, o sırada yanından geçtiğim Süryani genç bir ailenin işlettiği kafede oturan dostum Hayk’ı gördüm. Güneş insanının içini ısıtıyor, yazın müjdesini veriyordu. Dışarıdaki masaların birine oturmuş, keyifle kahvaltısını yapıyordu Hayk. Selamlaştık ve Hayk’ın kahve teklifine “Hayk Can bana 10 dakika ver, dün beraber gördüğümüz Girit Adası tatili için bir fiyat alıp geleceğim yanına. Kahveyi ondan sonra içelim’’ cevabını verdim. Bir önceki gün Hayk’larla beraber çarşıda gezerken, bu büronun vitrininde asılı duran Girit tatili ilanını görmüştük. O gün tatil günü olduğundan, büro kapalıydı. İşte şimdi bu yarım saatlik boşluğu en azından tatil ile ilgili bilgi alarak dolduracaktım. Seyahat bürosuna girdim. Girit ile ilgili seyahat bilgilerini aldım. Vitrinde asılı olan kampanya fiyatı içeride iki katını çıkmıştı bir anda. Beş dakika geçtikten sonra birkaç alternatif yer ve fiyat bilgisi daha alarak Hayk’ın yanına geldim. Zamanımın kısıtlı olduğunu, birazdan Miran’ı doktordan almam gerektiğini söyledim. Başladık sohbete. Hayk ile kahvelerimizi yudumlarken, dışarıdaki masalardan sadece biri doluydu. Bu masada da üç kadın oturuyordu. Balkan veya Orta Doğulu olmalıydılar. Dikkati çeken, üçünün de simsiyah elbiseler giymiş olmalarıydı. İçlerinden genç olanı, cep telefonundan bir şarkı çaldırmaya başladı. Üçü de pür dikkat bu şarkıyı dinlemeye başladılar. Şarkıyı dinlerken şarkının onlara verdiği mutluluk ve hüzün bir arada yüzlerinde ifadesini bulmuştu. Cep telefonundan duyulan şarkı tanıdık geldi bana: Tin Padridam Exasa’yı duyuyordum. Bu hüzünlü şarkıyı çok dinlemiştim. 19 Mayıs günü Pontos Soykırımının anıldığı bir gündür ve anma etkinliklerinde bu ağıtı genç yaşlı tüm Pontoslular tek yürek halinde seslendirirler. Pontoslu Rumların acılarını, topraklarına olan özlemlerini, kayıplarını, soykırımı anlatan ağıttır bu şarkı. Şarkının Türkçe tercümesi şöyledir:

 

Vatanımı kaybettim,

Ağlayıp acı çektim.

Ağlayıp anıyorum

Unutamıyorum.

Yeter ki bir defa daha

Avlumun kuyusundan

Su içip gözlerimi yıkasaydım

Mezarlarımı kaybettim

Gömdüğüm ve unutamadıklarım

Ailemi anıyorum

Ruhumda taşıyorum

Kiliseler boş

Manastırlarda kandil yanmıyor

Pencere kapılar

Sonuna kadar açık

 

Son 4-5 yıldır, Pontoslu arkadaşlarıma, Yunan arkadaşlarıma her fırsatta Anastasya’yı soruyordum. Elimdeki çok kısıtlı bilgiler ile onun izini sürüyordum. Hangi bilgiler vardı ki elimde? Daha soyadının doğru olup olmadığından dahi emin değildim. Anastasya, kocası Nigo. 1970’lerde Heilbronn’da, işçi baraklarında yaşamışlar. Ailem ile komşuymuşlar. Anastasya Türkçe bilirmiş. Ailesi Samsunluymuş. Niko’nun Sara isminde bir kız kardeşi varmış. Sara da Heilbronn kentinde yaşamış. Anastasya ve Niko’nun biri kız biri erkek ikiz çocukları varmış. Annem ona “biz tam doğru söyleyemezdik, ‘Vasüle’ derdik’’ diye anlattığından, Anastasya’nın kızının isminin Vasula olduğunu tahmin ediyordum. 1990’ların başlarında emekli olan Anastasya ve Niko Yunanistan’a dönmüşlerdi. Birkaç yıldan beri Nigo’nun öldüğü bilgisine sahiptim. Ama ne zaman öldüğünü bilmiyordum.Anastasya Yunanistan’da nerede yaşar, adresi nedir, telefon numarası nedir, hiçbir bilgiye sahip değildim. Hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordum. Bu sebepten, sadece ben değil, benim adıma birçok yakın dostum da Anastasya ile ilgili araştırma yapıyordu. Ama bir adım bile ilerleme kaydedemiyorduk. Hatta bir seferinde küçük kardeşim, “abi bir terzi dükkânı vardı bizim mahallede, Yunanistanlı karı koca bir çiftin işlettiği. Anastasya Teyze onlarla tanışıyordu, ben onlara bir sorayım” demişti. Fakat daha sonra o çiftin dükkanılarını kapattıklarını ve Yunanistan’a döndüklerini öğrenmiştik...

 

Ta ki o güneşli Haziran gününde, Hayk ile birlikte Artur’un kafesinde, dışarıda oturup kahvelerimizi yudumladığımız sırada yan masadan gelen o hüzünlü “Tin Padridam Exasa’’şarkısını duyana kadar… 100 yıl aradan geçmiş. İnsanlar ne acılar yaşamış ne badireler atlatmıştı. Sevdiklerini bırakmışlar Pontos’ta. Çoğunun mezarı bile yoktu. Ağıtlar yakmışlar. Hüzünlenince söylemişler bu ağıtları, neşeli günlerinde de. Yitirdikleri canları, terk etmek zorunda bırakıldıkları toprakları ve geride Pontos’ta bıraktıklarını, kısaca tüm acılarını bu ağıtlarda dile getirmişlerdi. Tin Padridam Exasa’yı ilk dinlediğimde, bu ağıtın Anastasya’yı bulma serüvenimde sihirli bir ses, karanlık yolumu aydınlatacak bir ışık olacağını hiç bilebilir miydim?

 

Şarkıyı duyar duymaz ani bir refleksle yan masadaki kadınlara dönerek, “ben bu şarkıyı tanıyorum, Tin Padridam Exasa’’ dedim. Üçü de aynı şaşkın bir yüz ifadesi ile bana baktılar. Cep telefonundan şarkıyı dinleten kadın, bu şarkıyı nereden tanıdığımı sordu bana. Pontoslu arkadaşlarımdan duyduğumu, ağıt olduğunu, Rumca sözlerini bilmesem de tercümesini okuduğumu söyledim. Tabi ki orada eşim Devrim en sağlam referansımdı ve aynı ağıtı Devrim’in internetteki videosundan beraber dinledik oracıkta. Çok sevindiler. Bu ağıt ile başlayan ilk dialoğun ardından konuyu hemen Anastasya’yı tanıyıp tanımadıkları sorusuna bağlayabilirdim artık ve öyle de yaptım zaten.

 

Hikâye benim yüzleşme hikayemdi. Bana anlatılanlardan bildiklerim; ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldiğimde, Anastasya ve ailesi komşumuzmuş. Ben doğduktan hemen sonra anneme bakımım ile ilgili çok yardım etmiş, kırkım çıkana kadar banyo, temizlik, uyutma gibi bütün işleri gönüllü üstlenmiş. Bana çok emeği geçmişti. Ben bunları sonradan öğrenmiştim. Anastasya’ya bu emekleri için hiçbir zaman teşekkür edememiştim. Birinci hareket noktam, Anastasya’yı bulmak ve kendisine teşekkür etmekti. Kendisini bulmak için beni harekete geçiren diğer önemli neden ise içimde taşıdığım utançtı. 20’li yaşıma kadar, Anastasya’nın atalarına yapılan haksızlıkları ve zulmü görmemezlikten gelmekle kalmamış, bununla gurur duymuştum. Katliamların, sürgünlerin hep “gerekçesi’’ vardı Türk resmi tarih anlatımında. Aldığım okul eğitimi gereği sorgulamadan devralmıştım bu tezleri. Anastasya ise, ailesi ile birlikte bize önyargısız (ön yargılı olması, bize güvenmemesi için çok neden olmasına rağmen) bir şekilde elinden gelen tüm iyilikleri yapmıştı ben çocukken. İşte bu utanç duygusu öyle kolay kolay zihinden, yürekten silinip atılacak bir duygu değildi. Bu utanç duygusunun ağırlığı, yıllar geçtikçe güçlenen empati duygusu ile daha hafifledi. Ama yine de Anastasya’yı her düşündüğümde elimde olmadan, yüreğimde hissettiğim o derin sızıyı, galiba ömrümün sonuna kadar hissetmeye devam edeceğim…

 

 

Stuttgart’ta Ermeni toplumunun düzenlediği bir etkinlik sırasında yaşlı bir Ermeni çiftle tanışmıştım. Havadan sudan konulardan konuşarak başlamıştı sohbetimiz. Eşimle benim Ermeni olmayan bir çift olarak orada bulunmamızın nedenini merak ediyorlardı doğal olarak bu çift. Soykırımla ilgili düşüncelerimi kısaca anlatmıştım onlara. Arkadaşlarımızın davetlisi olduğumuzu öğrenince daha bir güvenle konuşmayı sürdürmüşlerdi bizimle. Bu tanışmalarda, sohbetlerde söz gelip dolaşıp Türkiye’nin neresinden gelindiği sorusuna varır genelde. Ben, baba tarafından Sivas ve anne tarafından Tokat’lı olduğumu, Çerkez olduğumu söylediğimde, hiç beklemediğim ve o an çok şaşırdığım bir tepki ile karşılaşmıştım. “Çerkez’im” kelimesini duymalarıyla bu iki yaşlı çift yanıma yaklaşıp sarıldılar ve “bizim ailemizi Çerkezler kurtardı yavrum!” dediler. Yozgatlıydı bu çift. O an çok utanmıştım. Duygularımı nasıl anlatacağımı bilemedim ilk anda. Sonra, onlara “sizin ailenizi vicdanlı insanların kurtarmış olması, vicdanlı Çerkezlere rast gelmeleri çok güzel bir şey. Fakat Çerkezlerin arasından maalesef her zaman böyle vicdanlı, adaletli insanlar çıkmamış. Katliamlarda Çerkezlerin rolü hiçte küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Hukukçu, yazar, Meclis-i Mebusan Milletvekili Kirkor Zohrab’ı 1915’te Diyarbakır yakınlarında vahşice katledip, bunu övünerek anlatan katil Çerkez Ahmet bir Çerkez’dir mesela. Deyr-i Zor Mutasarrıfı Salih Zeki, Diyarbakır Valisi Doktor Mehmed Reşid, Diyarbakır Polis Müdürü Çerkez Rüştü, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından Eşref Kuşçubaşı, İttihat Terakki yöneticilerinden Bahaddin Şakir gibi isimler, aklıma hemen gelen soykırım suçlusu Çerkezlerin başında gelirler. Ermeni Soykırımında çok önemli bir sorumluğu olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluşundan itibaren her kademesinde Çerkezler yer almış ve soykırım sırasında cinayetlerde, talanlarda, kadınların ve çocukların köleleştirilmesinde diğer Müslüman halklarla birlikte etkin bir rol almışlardır. Çerkezlerin devletin istihbarat birimlerine bu şekildeki yoğun ‘hizmetleri’ Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra da devam etmiş ve günümüzde de devam etmektedir. O zamanlar sizin ailenizi kurtaran, insanlığını kaybetmemiş Çerkezlerin varlığı çok güzel, unutulmaması gereken bir gerçek. Aynı şekilde, soykırım sırasında cinayetleri örgütleyen, cinayetlere katılan ve bu cinayetlerin sonuçlarından nemalanan Çerkezlerin varlığı da bir gerçek. Bu ikinci gerçekle, yani soykırımdaki suç ortaklığı ile yüzleşmek o halka ait olduğumdan dolayı bir görev benim için. Sizin ailenizin örneğinde olduğu gibi insanları kurtarmak isteyenler için bu imkân vardı. Ama soykırım suçuna suç ortaklığı yapanlar ve onların ardılları halen bu suçu inkâr ediyor. Küçük Asyalı Rumların, Pontoslu Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin, kısaca Hristiyan halkların katledilmelerinde, soykırıma uğratılmalarında hem merkezi hiyerarşi kademelerinde ve hem de taşrada Çerkezlerin oynadıkları rolün kabul edilmesi, mahkûm edilmesi gerekir. Adaletsizlik tüm çıplaklığıyla devam ediyor. Bir suçun hesabını vermeyen, daha başka suçları işlemekten çekinmez. İnsanlık suçlarına yenilerini ekler. En azından son yüz yıllık Türkiye tarihi bunun en açık örnekleriyle doludur. Tabi ki soykırım mekanizmasının tepesinde, dümeninde Osmanlı İmparatorluğu devleti, onun hükümeti ve kurumları yer almaktadır. Fakat katliamlara katılarak, mal ve mülklerin üzerine konarak, kadınları ve çocukları köleleştirerek insanlık suçu işleyen Müslüman halklar hangi milletten olurlarsa olsunlar suç ortağıdırlar ve suçlarının ağırlığını suçun zanlısı olarak devleti işaret etmek suretiyle hafifletemezler.”. Yaşlı Ermeni çift, söylediklerimi dikkatle dinlemişlerdi. Bu anlatılanları doğal olarak benden çok daha iyi biliyorlardı. Fakat onlar, sadece suça ortak olanlardan değil, yeri geldiğinde de bu suça ortak olmayan, karşı çıkan, mağdurlara yardım edenlerin de hakkının verilmesini istiyorlardı… O gün orada daha birçok insanla tanışacak, ailelerinin onlara aktardıkları soykırımla ilgili anılarını dinleyecektim...

İkinci bölümde buluşmak üzere...

Mesut Ethem Kavalli


Kaynak

8 Kasım 2020 Pazar

Ermenilerin yalnızlığının yüzüne vurulması can acıtıcı

Amerikan Ermeni Asamblesi’nin Kafkas Uzmanı Aline Ozinian, Dağlık Karabağ jeopolitiğine dair sorularımızı yanıtladı

Mehmet Ali Çelebi

Bingöl Dağları’dan kültürler ve asırlar yüklenerek revan olup Nahiçevan, Ermenistan, İran, Azerbaycan halklarını kucaklayan Aras Nehri’nin nice nesiller bağrında büyüttiği coğrafya kan gölüne çevrildi. 21. yüzyılın zor satrançlarından biri Artsakh (Dağlık Karabağ) ekseninde eylülde patlak veren savaş dramatik süreçler tetikledi. 

Dağlık Karabağ jeopolitiğine Türkiye’nin de dahil olarak Azerbaycan’ın yanında aktif olarak pozisyon alması, Rusya’nın İhvan-Selefi sevkini kırmızı çizgi olarak kodlaması, İsrail’in doğalgaz, silah ve İran odaklı denklemi, perdeli bagajlar, can kayıpları, göçler… Jeo-stratejik meydan okuyuşların oynattığı faylarla girdaplanan Kafkasya denklemi… Covid pandemisinin de etkisiyle petrole talep düşünce geliri azalan Rusya’nın hırsları ve anlatısına eşdeğer bir küresel güç olamadığını, aciz kalarak Suriye ve Libya’da bölgesel ülkelerle güç paylaşımı yapmak zorunda kalmasının taze varyantını Dağlık Karabağ Savaşı sırasında gördük. Suriye, İdlib-Efrin-Cerablus, Libya ve Dağlık Karabağ krizlerinde Rusya’nın meseleleri çözme kapasitesinin sınırlı kaldığını, dillendirildiği ölçekte keskin olmadığını gördük. Paşinyan’ı batıdan uzaklaştırıp yörüngesine mahkum etmek, Karabağ’da stratejik üs koparmak, silah poliçelerini kalınlaştırmak için gard alan, Bakü ve Erivan’la da köprüleri atmamak için iki tarafı da idare etmeye çalışan, Türkiye’yle güven bunalımı yaratmamaya çalışan Putin’i savaşı izlediğine pişman edecek sondajlar ortaya çıktı ve domino taşları titredi. Savaş küresel güçlerin hamlelerde dobra olmak zorunda kalacakları boyuta evrildi. ABD ağ atmasın diye, Kafkasya cihadist grupların kuluçkası olmasın diye irtifa kayıplarını telafi etmek için Rusya hamleler deneyecek görünüyor. Savaşın girdaplarını Washington’daki Amerikan Ermeni Asamblesi’nin Kafkasya Uzmanı olan ve Yerevan Devlet Üniversitesi’nde doktora çalışması yapan Aline Ozinian ile konuştuk. Ozinian, WhatsApp üzerinden, hinterlandında Ermenistan, Azerbaycan, Türkiye, Rusya, ABD gibi dinamikler bulunan Dağlık Karabağ Savaşı’nın sonuçlarını açımlarken üç ateşkesin de ‘imitasyon’ olduğuna dikkat çekti.

  • 27 Eylül 2020’de savaş neden başladı? Bir ayı bulan savaşta ne kadar ilerleyebildi Azeri ordusu? Türkiye neden bu kadar agresif olarak Karabağ-Bakü ekseninde pozisyon aldı?

Savaş neden başladı? Türkiye başından beri, Sovyetler Birliği dağıldığından bu yana Azerbaycan ile Ermenistan’ı aynı anda tanımış olsa da diğer Türki cumhuriyetlere ve özellikle Azerbaycan’a karşı büyük bir sempati duydu. “İki devlet tek millet”i sloganlaştırdı. 27 Eylül’e gelmeden yazdan itibaren gördük. Yazın ateşkes ihlalleri zamanında da gördük. Türkiye’nin pozisyonu çok değişti. Türkiye AGİT’e bağlı MİNSK Grubu’nun bir üyesi, bir tarafı. Ve bu grup Karabağ sorununun çözümüne aracı olmak için çalışan bir grup. Başından beri Türkiye Azerbaycan’a taraftı ama hiçbir zaman bu kadar savaş çığırtkanlığı yapmamıştı. Türkiye taraf olup Azerbaycan ile Ermenistan’ı uzlaştırma konusunda daha önemli bir rol alabilirdi. Ama 27 Eylül’de başlayan savaşta çok agresif pozisyon aldı. Hatta şunu hatırlatmakta yarar var. Savaş başlamadan önce Türkiye’de özellikle yandaş basında PKK Karabağ’a gönderildiğine ve Ermenistan tarafından saldırı hazırlığı olduğuna dair haberler çıktı. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin cihatçıların Azerbaycan’a taşındığı hakkındaki haberlerine bir cevap olarak bu haberler çıkmaya başladı. Bunun hazırlığı belli ki çok önceden yapılmıştı. Belki de yaz aylarında gördüğümüz şey bunun bir provasıydı. Tabi bütün bu savaş çığırtkanlığının sadece Kafkaslar eksenli sadece Ermenistan nefreti üzerinden okumak da çok doğru değil. Yani bunu Doğu Akdeniz’de de gördük, Libya’da da gördük, Suriye’de de görüyoruz. Erdoğan rejiminin genel olarak bir savaşa ihtiyacı var. Genel olarak bir kaosa ihtiyacı var. Bu açıdan da savaşı körüklüyor. Türkiye’nin Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge olan Nahiçevan’da da planları olabilir. Oradaki varlığını daha güçlendirme planları da olabilir. Hatırlayacaksanız savaşın ikinci haftasında Devlet Bahçeli de Nahiçevan bölgesini tekrar gündeme getirdi. Gence’de F-16’ların beklemesi, sayısız Bayraktar İnsansız Hava Aracı’nın Azerbaycan ordusu tarafından kullanılması artık bizi Türkiye’nin bu savaşa dahili konusunda çok büyük ip uçları veriyor. Ateşkes imzalanalı 26 yıl oldu. 26 yıl boyunca tabii ki ateşkes ihlalleri oldu, ama hiçbir zaman bu kadar büyük ölçüde bir saldırıya kalkışmadı Azerbaycan tarafı. Burada biraz Türkiye’nin azmettirici rolü var. Kişisel düşüncem -ki bunu birçok uzaman da paylaşıyor- Türkiye’nin Azerbaycan’a fikirsel müdahalesi ve askeri yardımı olmasaydı Azerbaycan bu kadar büyük bir savaşa kalkışamazdı. Tabi burada cihatçıların da bölgeye getirildiğini, o açıdan da destek verdiğini unutmayalım. Sonuçta şu anda Karabağ ve Ermenilere karşı savaşan sadece Türkiye ve Azerbaycan değil bir de cihatçı faktörü var. Bunu da görmezden gelmememiz gerekiyor.

Kadim bağ var, hayal kırıklığı yaşanıyor

  • Savaş Türkiye’deki Ermeni yurttaşları, çalışmaya Kumkapı gibi yerlere gelen Ermenileri nasıl etkiledi?

Ermeni yurttaşlar bu toprakların otonom halkları. Bu topraklarda belki Türklerden bile eski halklar. Ama diğer Ermenistanlı vatandaşlar ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olmayan, hatta çalışma vizesi bulunmayan insanlar. Bu şekilde çalışmaya mahkum edilen insanlar. Bu kadar sene içerisinde onların da çalışması bir regülasyona bağlanabilirdi. Bu da bir siyaset. Onların o konumda olması, düzensiz işçilik statüsünde bırakılması Türk devletinin hoşuna gitti. Yurttaş olan Ermenilere dönecek olursak “iki devlet tek millet” sloganıyla soy temelli bir bağın altı çiziliyor. Tam olarak ne anlama geldiği bilinmese de Türkiye’de kan, kandaşlık var. Nasıl kandaş olunabilir bu nasıl kafatasçı bir söylemdir diye bakmadan bunun üzerinden bir romantizm besleniyor. Unutulan birşey var ki Türkler, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler, Yahudiler yüzyıllardır birlikte yaşıyorlar. Ve bu anlamda Türkler ve Ermeniler arasında da büyük bir bağ var. Azerbaycan ve Türkler arasındaki bağdan çok daha kadim, çok daha detaylı, çok daha kapsamlı bir bağ var. Dönem dönem katliamlarla, soykırımlarla çok trajik bir yere gitse bile kökünde bir ilişki var. Yani bu birlikteliği, bu ortak yaşamı bu denli inkar etmek ve bir anda bütün o tarihi unutmak, ‘Biz Azerbeycanlılarla kardeşiz’ demek büyük bir kalpsizlik. Şunu da biliyoruz diğer taraftan siyasi anlamda, teorik anlamda bu söylem ne kadar yükseltilse pratik anlamda bunun bir karşılığı yok. Yani bir Ermeni bir Türk ortaklığını, onların yan yana olduğu zaman konuşabilecekleri şeyleri bir Azeriyle bir Türkün paylaşmadığını biliyoruz. Ermenilerin o topraklardaki tarihi, tırnak içinde onlarla olan muhabbet, onlarla olan ilişki gözardı ediliyor. Bence en zarar verici olan bu Ermeni yurttaşlara. Tabii diğeri de nefret suçu boyutuna varan hatta bunu geçen boyutu. İşte Azerbaycan bayraklarıyla, Türk bayraklarıyla Ermenilerin yaşadığı yerlere yapılan konvoylar, sloganlar… Yani bu insanlarda tedirginlik, kaygı, huzursuzluk yaratıyor. ‘Yok edebilirler mi’ korkusuna kadar varıyor. Avrupa’da gördük, barışçıl protestolar yapan, Karabağ sorununu uluslararası kamuoyuna anlatmaya çalışan insanlara, Ermenilere Türklerin nasıl saldırdığını gördük. Fransa’daki Vienne şehrinde MHP’li oldukları, bozkurt oldukları söylenen milliyetçi Türklerin Ermeni avına çıktıklarını gördük. Tabii çok negatif etkiliyor insanları. Büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Yaratılan “Hain, arkadan hançerleyen kötü Ermeni, işgalci Ermeni” imgesini tekrar hortlatıyor.

Ermeni soykırımından sonra Ermeniler şu ya da bu sebeple Türkiye’yi terk etmediler. İstanbul’a geldiler Türkiye’nin doğusundan. Ev bildiler Türkiye’yi. Yuva bildiler. Yani me kadar 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi, Vatandaş Türkçe Konuş kampanyaları, dönem dönem gereğinden fazla yükselen milliyetçilik olsa da; Ermeniler ne kadar tereddütlü olsalar da Türkiye’yi yurt bildiler, ev bildiler. Ama şu son yaşananlarda benim konuştuğum kişiler artık oranın evleri olmadığını görüyorlar. Ve bu yüzleşmenin getirdiği son derece büyük bir yıkıntı var ruhlarında. Tabi bir de dost bildikleri kişilerin suskunluğu var. Kimseden destek görmemek var. Zaten Ermeniler yalnız olduklarını biliyorlardı çok uzun süredir. Burada bu denli yalnız olduklarının yüzlerine vurulması son derece can acıtıcı. Yani bir avuç kalmışlardı, bu insanların gitmek istemesiyle Türkiye’nin kültürel anlamda daha da fakirleşeceğini artık söylememize bile gerek yok.

Bugün Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, Pierre Loti Tepesi’nin isminin değiştirilmesi gündemde. Türkiye artık tek renk olmak istiyor. Yani Türk, Sünni Müslüman olmak istiyor. Hiçbir çeşitliliğe artık tahammülü yok. Tahammülü olmadığı gibi de artık diğer insanların Türkiye’de istedikleri gibi, hatta devletin dikte ettiği gibi yaşaması bile mümkün değil. Artık çember gittikçe daralıyor diye bitireyim

  • Son haftalarda çok sayıda Ermeni’nin Türkiye’den ayrıldığı yönünde haberler vardı. Hangi ölçüde yansıdı Ermenistan’a…

Ayrılanlar Ermenistan vatandaşı Ermeniler. Çalışma izni bulunmayan Ermeniler. Yoğun yaşadıkları yerlerde, Kumkapı’da vs. Azerbaycanlıların saldırısına uğradıkları için ve can güvenliklerinden korktukları için Türkiye’yi terk eden Ermeniler. Oluşan nefret ortamından bilgi olarak yansıdı Ermenistan basınına.

Sıranın Ermenistan’a gelmeyeceği garantisi yok

  • Azerbaycan tarafının da sık gündeme getirdiği Karabağ dışındaki 7 rayon var… Ermeni tarafı bu konuda hangi noktada?

Siz de takip ediyorsunuz. Bu savaş başlangıcından itibaren 7 rayon konusu söylenmedi. Hedef olarak Karabağ’ın tamamı dendi. Yani hem 7 rayon hem Ermenilerin yaşadığı bölgelerin tamamı geri alınacak dendi. Ermeni tarafı bu konuda hangi noktada duruyor? Nikol Paşinyan halka seslendi ve ‘Biz tavize hazırız. Hatta daha önce gitmediğimiz tavizlere hazırız. Ama bizimle pazarlık yapan yok. Yani masaya oturup bunlar görüşmek isteyen yok. Karşı taraf tamamını istiyor. Tamamını istemesi orda yaşayan Ermenilere etnik temizlik anlamına geliyor. Ve orası alındıktan sonra sıranın Ermenistan’a gelmeyeceğine dair de bir garantimiz yok’ dedi. Ben de öyle düşünüyorum. Ve dedi ki ‘Yapabileceğimiz tek şey askeri olarak zayıflamamak. Askeri olarak savaşı sürdürebilmek. İlerlemelerine izin vermemek ve masaya güçlü oturabilmek’ Yani Ermenistan tarafı masaya oturmaya hazır. Ama karşı tarafın şu anda masaya oturmayacağını biliyor. Yani üç ateşkes anlaşması da imitasyon. Onlar ateşkes taklitleri. Bu anlamda da bölgeyi bilen birisi olarak, 7 rayonun verilmesi şuna bağlı: Burada rayonların konsepti 5+2 olarak alınıyor. Neden 5+2 diyoruz? 5 bölge Karabağ etrafındaki bölge. 2 bölge Karabağ ve Ermenistan arasında köprü vazifesi gören bölge. Yani burada o iki bölge biraz daha sorunlu. Bütün şartlar altında bir bağlantı kalması Ermenistan’ın isteği. Pazarlık Karabağ halkının güvenliğinin sağlanmasıyla, statüyle ilgili. Karabağ tanınacaksa ‘işgal’ denen bölgelerin Azerbaycan’a iadesi gündeme gelecek. Ermenistan’ın bunları iade etmesi ancak Karabağ’a verilecek statüyle sağlanabilir. Bu da Karabağ’ın özerkliğinin tanınmasıdır. Zaten yurt dışında da Amerika Senatosu’nda da Avrupa’nın bazı senatolarında da son bir haftadır bu gündeme geliyor. Ve sorunun çözümü için artık Karabağ’ın tanınmasının gerekli olduğu fikirleri sunuluyor.

İsrail-Bakü ilişkileri

  • İsrail faktörü… İsrail’in 19 Ekim 2020’de BAE ile yaptığı petrol boru hattı gibi anlaşması gibi anlaşmalar İsrail’in Azerbaycan siyasetini değiştirir mi?

İsrail faktörü… O anlaşma, o petrol boru hattı İsrail’in ihtiyacı olan doğalgazı yüzde 100 kapasiteyle karşılayacak kapasitede değil. Öyle bile olsa neden tek sepete koysun yumurtalarını İsrail. Yani İsrail ile Azerbaycan arasındaki ilişkinin değişmeyeceğini düşünüyorum. İsrail’in Azerbaycan’a çok büyük silah satışı var. Nakit para alıyor. Drone’lerini satıyor. İkincisi doğalgaz anlaşması var. Öyle bir bağımlılık var. Birleşik Arap Emirliği’yle de olabilir aynı şekilde bir anlaşma. Ama ona güvenip onu bırakmayacaktır. İsrail’in en büyük sorun yaşadığı ülkelerden biriyle, İran’la Azerbaycan’ın jeopolitik yakınlığı var. İsrail’in İran’la ilgili çok farklı çalışmalarını Azerbaycan üzerinden yürüttüğü biliniyor. Bu anlamıyla da Azerbaycan İsrail’e gerekli bir ülke. Son olarak da İsrail’deki Azerbaycan lobisi. Güçlü bir lobi var, aynı zamanda Rusya’da da Azerbaycan’da da üçgen şeklinde faaliyet gösteren bir lobi. Bu anlamda İsrail ve Azerbaycan’ın herhangi bir yol ayrımına geleceğini düşünmüyorum. Daha başka bir örnek vereyim size. Şu anda savaş suçlusu olmamak adına, yani sivil alanların bombalanmasından sonra birçok ülke Dorene’lerin yapımında kullanılan parçaları artık Türkiye ve Azerbaycan’a vermeyeceklerini açıkladılar. Ama İsrail silah satışından çekilmeyeceğini açıkladı. Yani hiç sarsılmadı Azerbaycan’la ilişkileri.

Yarın: Şuşi ve Laçin Koridoru. Rusya nedne seyirci kaldı? Paşinyan’ın Putin’e mektubu. Rusya’nın rezervleri ve yanıtı. ABD’nin İskandinav Barış Gücü önerisi sancısı. Beklenmedik müdahale senaryosu…


Κaynak 

3 Kasım 2020 Salı

Pinaris cinayetinde dinlemeye takılan "vaat"

Melike Çapan 

86 yaşındaki Rum vatandaşı Zafiris Pinaris'in öldürülmesine ilişkin İddianamede, sanık Erdoğan Baş'ın telefon görüşmesinde geçen "tatilin iyi geçti mi" sorusuna verdiği "Bize verilen vaatleri tutmadılar" sözü dikkat çekti

Gökçeada'da yaşayan Rum vatandaş Zafir Pinaris'in işkenceyle öldürülmesine dair dava devam ediyor. İddianamede sanıklardan Erdoğan Baş'ın telefon konuşmaları yer aldı. Katil zanlısı Baş'ın telefonda "Umduğum gibi değil; bize verilen vaatleri tutmadılar" sözleri dikkat çekti. 24 Mayıs günü gözaltına alınan ve tutuklanan Baş'ın, cezaevine konulduktan kısa bir süre sonra hayatını kaybettiği öğrenildi.

Hikâyeyi baştan anlatalım…

Zafiris Pinaris 86 yaşındaydı. Gökçeada'da bir damda hayatını sürdürüyordu. Öldürülmeseydi, bugün belki yine aynı sadelikte hayatını sürdürecekti. Doğduğu büyüdüğü adada bir gün işkence ile öldürüldü Pinaris. 13 Mayıs günüydü. Gökçeada bu ölümle çalkalandı. Yıllar sonra bir Hıristiyanın öldürülmesi panik havası yarattı.

Pinaris adanın en yaşlı Rumlarındandı. Zengin bir adam olduğuna dair hikâye bütün adanın dilindeydi. Çocukları Yunanistan'da olan Pinaris, Gökçeada'nın merkezine 5 km uzaklıkta bulunan Zarife Tepesi'nde yalnız bir hayat yaşıyordu. Günlük işlerini adalılar hallediyor, kendisi de pek evinden çıkmıyordu. Gelin görün ki; bu yalnızlığı onu hedef haline de getirmişti. 2019'un 13 Mayıs günü yemek getiren komşuna kapıyı açmadı ilk kez. Kapıyı açan komşusu elleri kolları bağlanmış halde yerde buldu yaşlı adamı. Eve gelen jandarma Pinaris'in 1 gün önce öldüğünü değerlendirdi ve cinayetle ilgili soruşturma başlatıldı. 11 gün sonra operasyonlar neticelendirildi. Soruşturma kapsamında 8 kişi gözaltına alınmış, bunlardan 5'i serbest bırakılmış, Erdoğan Baş, Mete Sarı ve Kadir Arslan isimli 3 şüpheli tutuklanmıştı. Davaya ilişkin detaylar ortaya çıkınca, cinayetin perde arkası da aralanmaya başlandı.

Cinayet nasıl işlendi

Cinayet Gökçeada'nın merkezinde yer alan Mete Sarı'nın sahibi olduğu Moonlight isimli bir kafede tasarlanmıştı. Şüphelilerden Erdoğan Baş'ın iki oğlu da Gökçeada Atatürk Anadolu Lisesi'nde öğrenciydi. Büyük oğlu A.B. Moonlight Kafe'de çalışıyordu. Erdoğan Baş savcılık ifadesinde oğullarını ziyarete geldiğinde Moonlight Kafe'de kaldığını söyledi. Baş, kafe sahibi Mete Sarı'nın "Tek başına yaşayan yaşlı Rum amcanın parası ile altınlarının olduğunu ve nasıl alabileceklerini sorduğunu, bu işi halledebileceğini" söyledi. İstanbul'a geri dönen Erdoğan Baş, olayı şüpheli Kadir Arslan'a anlattı ve cinayeti planlamaya başladılar.

13 Mayıs 2019 günü Erdoğan Baş ve Kadir Arslan Gökeçada'ya geldi. Mete Sarı kendi aracıyla, Baş ile Arslan'ı Pinaris'in evinin yakınına bıraktı ve kafeye geri döndü. Baş ve Arslan, havanın kararmasıyla birlikte, etrafı da kolaçan ettikten sonra Pinaris'in evine gitti. Kapıyı çalan Baş ve Arslan'ın "kimse yok mu" sorusuna Pinaris, "Buyurun evladım, içeriye geçin" diye yanıt verdi. Pinaris'ten su isteyen Baş ve Arslan yaşlı adamı etkisiz hale getirdi. Elleri ve ayaklarını plastik kelepçeyle bağladılar. Paralarının yerini sormaya, evi aramaya başlayan Erdoğan Baş, Kadir Arslan'a Pinaris'in başında durmasını söyledi. Paraları bulamayan Erdoğan Baş, Pinaris'e şiddet uyguladı. Pinaris'in parasının yerini söylemesi üzerine paraları alan Baş ve Arslan yaşlı adamı elleri ve kolları bağlı şekilde bırakarak ayrıldılar. Kafe sahibi Mete Sarı tarafından olay yerinden uzaklaştırılan şüpheliler, 7 bin euro çaldıkları halde Sarı'ya evden bin 300 euro çıktığını söyledi ve 500 euro verdi.

İddianamede olayın tek tanığı olarak yer alan Musa Taylan isimli şahıs ifadesinde, 13 Mayıs günü adada sırt çantalı iki erkek şahıs gördüğünü ve bu şahısların adalı olmadığını, söyledi. Bunun üzerine şahısların dışarıdan gelebileceği değerlendirildi ve feribot kamera kayıtları incelendi. Kayıtların yardımıyla Musa Taylan şüpheli şahısları tespit etti. Bunun üzerine 8 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan Erdoğan Baş, Mete Sarı ve Kadir Arslan'ın nitelikli yağma ve nitelikli kasten adam öldürme suçlarından yargılanmasına başlandı. Baş'ın oğlu A.B ise 18 yaşından küçük olduğu gerekçesiyle tutuksuz yargılanıyordu.

Ölüm raporuna göre; Pinaris'in aldığı darbeler sonucunda "kafa, göğüs, boyun travmasına bağlı gelişen beyin kanaması, göğüs kafesi kemikleri ile dil kemiği ve troid, kıkırdak kırıklarıyla birlikte gelişen solunum tıkanması nedeniyle öldüğü" belirtildi.

Dinlemeye takılan "vaat"

Davanın iddianamesinde ilgi çeken bir detay vardı. İddianamede, sanık Erdoğan Baş'ın soruşturma aşamasında telefonlarının dinlemesi kararı verildi. Buna göre, Baş'ın 17 Mayıs günü Z.C. isimli şahısla yaptığı telefon görüşmesi kayıtlarında cinayet ve hırsızlık hakkında konuştukları görüldü. Z.C'nin "tatilin nasıl geçti?" sorusu üzerine, Baş'ın "Tatilim iyi, sonuçlandırdım" diye yanıt veriyordu. Katil zanlısı Baş'ın, Z.C.'ye cinayet haberini internetten görebileceğini söylemesi, Z.C'nin yeniden "nasıl, iyi geçmedi mi tatilin" sorusu üzerine ise şu yanıtı vermesi dikkat çekti: "Ya umduğum gibi değil, bize verilen vaatleri tutmadılar yani!"

Sanık Baş telefon görüşmesinde hırsızlık olayını ise şöyle anlatıyordu:

Erdoğan Baş: Ama şeyi de kurtardık canım.

Z.C.: Hı

Erdoğan Baş: Fazlasıyla kurtardık.

Z.C.: Vallah

Erdoğan Baş: Hee

Z.C.: İyi hayırlısı ya

Erdoğan Baş: Gemi yürür gemi yürüyecek kadar

Z.C.: Hee

Erdoğan Baş: Şey yapamadık.

Z.C.: İyi güzel dedim, şey yapmayayım dedim fazla rahatsız etmeyeyim.

Erdoğan Baş: Sıkıntı yok.

Resmi telefon kayıtlarında ortaya çıkan ve katil zanlısı Baş ile görüşen Z.C. isimli şahsın, iddianamede tanık olarak gösterilmemesi dikkat çekti.

Bu telefon görüşmesinin ardından, Erdoğan Baş 24 Mayıs günü yani olaydan 11 gün sonra gözaltına alındı. Baş'ın İstanbul Arnavutköy'deki adresinde yapılan aramada; Pinaris'e ait olduğu düşünülen 2 bin 850 lira ve 5 bin 300 euro nakit para, 3 adet kuru sıkı, yeni alınmış cep telefonu, cinayetin gerçekleştiği gün, yani 13 Mayıs 2019 tarihine ait İstanbul-Çanakkale seferi olan otobüs bileti ele geçirildi.

24 Mayıs 2019'dan itibaren tutuklu bulunan davada bugüne kadar 3 duruşma görüldü. Sanıklardan Erdoğan Baş 31 Ocak'ta cezaevinde öldü. Davanın dördüncü duruşması ise 25 Aralık 2020'de gerçekleşecek.  

Kaynak 

1 Kasım 2020 Pazar

1η Νοέμβρη! Παγκόσμια μέρα μνήμης για το Κομπάνι!

Αρχές Οκτώβρη του 2014, το Ισλαμικό Κράτος του Ιράκ και του Λεβάντε (ΙΚΙΛ, ISIS) ήταν έτοιμο να μπει στην πόλη του Κομπάνι απο τα Νοτιανατολικά της. Η Αρίν Μιρκάν (Ντειλάρ Γκεντζεμίς) ζώζεται με αυτοσχέδια εκρηκτικά και ενώ οι υπόλοιπες μαχήτριες εγκαταλείπουν το λοφίσκο που φύλαγαν, εκείνη αποφασίζει να μείνει πίσω. Κρύβεται και όταν εμφανίζεται το τανκ, πέφτει απο κάτω του έχοντας πετάξει χειροβομβίδες και πυροβολώντας τους φασίστες που το συνόδευαν. Η Αρίν Μιρκάν, το σώμα, το αίμα, η καρδιά της, έγιναν ένα με τον καπνό, τα σύννεφα, τις ηλιαχτίδες. Η ψυχή της ταξίδεψε από άκρη σε άκρη. Όπου κατοικούσε Κούρδος, όπου κατοικούσε άνθρωπος και φώναξε πως μας χρειάζονται στο Κομπάνι. Μας χρειάζονται στη Ροζάβα. Μας χρειάζονται..

Κρύβεται και όταν εμφανίζεται το τανκ, πέφτει απο κάτω του έχοντας πετάξει χειροβομβίδες και πυροβολώντας τους φασίστες που το συνόδευαν. Η Αρίν Μιρκάν, το σώμα, το αίμα, η καρδιά της, έγιναν ένα με τον καπνό, τα σύννεφα, τις ηλιαχτίδες. Η ψυχή της ταξίδεψε από άκρη σε άκρη. Όπου κατοικούσε Κούρδος, όπου κατοικούσε άνθρωπος και φώναξε πως μας χρειάζονται στο Κομπάνι. Μας χρειάζονται στη Ροζάβα. Μας χρειάζονται..

Κούρδοι και άνθρωποι απο όλο τον κόσμο. Αυτοί που δεν σήκωναν την αδικία, σήκωσαν τα βλέμματά τους στον ουρανό, αποκρίθηκαν στην Αρίν και ρίχτηκαν απο τον Καναδά και τη Νέα Ζηλανδία, από τη Ρωσία και τη Χιλή, από την Ισλανδία και τις Κορέες, στις ημιερήμους της ελπίδας και ενός καινούριου υποσχόμενου κόσμου. Ρίχτηκαν στη μάχη με αλυσίδες διανομής τροφίμων στην τούρκικη πλευρά περνώντας τρόφιμα στους μαχητές. Ρίχτηκαν στη μάχη χαρίζοντας τις περιουσίες τους στη Μαύρη Θάλασσα, να μείνουν πρόσφυγες απο το Κομπάνι. Ρίχτηκαν στη μάχη στα 60, τα 70 τους χρόνια, και μαρτύρησαν. Ρίχτηκαν στη μάχη στα 10 τους χρόνια πετώντας πέτρες στα τανκς των φασιστών και πέθαναν, βιάστηκαν, διαμελίστηκαν, έγιναν παράδειγμα στους φοβισμένους για το τι θα τους συμβεί αν αντισταθούν στο φασισμό, μέσα απο τα βίντεο προπαγάνδας και στις πλατείες. Κάηκαν, αποκεφαλίστηκαν, ναρκώθηκαν, πουλήθηκαν.

Κάποιοι από τους χιλιάδες νεκρούς συντρόφους. Λίγοι από όσους είχα την τιμή να γνωρίσω και να πολεμήσω μαζί τους. Από τις τούρκικες οργανώσεις BÖG, MLKP, TKPML/TIKKO αλλά και άλλοι σύντροφοι μαχητές από όλο τον κόσμο.

Απέναντι στον πιο αιμοσταγή εχθρό, απέναντι στον πιο ανήθικο τρομοκράτη, προέταξαν τα πρωτόγονά τους όπλα και στο τέλος, νίκησαν!

Δημιούργησαν τον ελεύθερο ζωτικό τους χώρο, από τη Μεσόγειο Θάλασσα και πέρα απο τον Τίγρη ποταμό. Χτίσαν δομές μόνιμης σίτισης. Δημιούργησαν λαϊκό σύστημα υγείας. Αύξησαν την παραγωγή ανακατασκευάζοντας ρημαγμένες μονάδες παραγωγής διαφόρων υλικών. Έβαλαν σε σπίτια και χτίσαν άλλα όσους δεν είχαν ή είχαν καταστραφεί. Ψιλάφισαν την έρημο εκατοστό-εκατοστό για να απομακρύνουν τις νάρκες των φασιστών. Εκδημοκράτισαν την πυραμίδα της εξουσίας και τοπικά την κατήργησαν αντικαθιστώντας την με οριζόντιες πολιτικές δομές. Άνοιξαν έναν καινούριο πολιτικό ορίζοντα για όλη τη Μέση Ανατολή, με την καθοδήγηση που είχαν λάβει χρόνια πριν αλλά και όσο ήταν φυλακισμένος ο Αμπντουλλάχ Οτζαλάν.

Αυτά θυμόμαστε την 1η Νοέμβρη.

Τους απλούς ανθρώπους και τους συνειδητούς επαναστάτες που μας άνοιξαν το δρόμο να δούμε πως ένας άλλος δρόμος είναι εφικτός. Της αδελφοσύνης, της αλληλεγγύης, της ειρήνης.

Στο όνομά τους θυμόμαστε και μεις αυτή τη μέρα. Μιλάμε και γράφουμε γι’αυτήν. Να μη σβηστεί ποτέ απο τη μνήμη μας το μπλόκο που έβαλαν αυτοί οι άνθρωποι για όλους εμάς.

Σε σας αδέρφια και αδερφές που δεν είστε πια εδώ αλλά και σε όσους είστε φυλακισμένοι. Μέχρι την επόμενη μάχη, μέχρι την επόμενη νίκη..

ΖΗΤΩ Η ΕΠΑΝΑΣΤΑΣΗ, ΚΑΙ Ο ΣΟΣΙΑΛΙΣΜΟΣ!

ΖΗΤΩ Η ΑΝΤΙΣΤΑΣΗ ΤΟΥ ΚΟΜΠΑΝΙ

ΖΗΤΩ Η ΑΝΤΙΣΤΑΣΗ ΤΗΣ ΡΟΖΑΒΑ

ΖΗΤΩ Η 1η ΝΟΕΜΒΡΗΖΗΤΩ Ο SEROK APO


ΜΑΡΤΥΡΕΣ ΑΘΑΝΑΤΟΙ