21 Mayıs 2021 Cuma

O ELIMDEKI RESIM KONSTANTIN DEDE l YANNİS VASILIS YAYLALI

O elimdeki resimdeki Konstantin dede , oğlu yani dedem Memed (Lefteris ) bir Türk ailesi tarafından çalındı . Konstantin dede ölünceye kadar oğlu Lefteris'i sayıkladı. Kızılhaç dahil bir çok yere baş vurdu ama oğlunu bulamadan yaşamını büyük bir acıyla kaydetti .

Büyük büyük dedem Konstantinos Topal Osman ve çetesinin bir baskını öncesi köylülerin daha korunaklı bir köye ulaştırılması için canla başla uğraştı. Köyleri olan Yayla köyü kahramanlarıyla meşhurdu, bilekleri kolay kolay bükülmezdi. Ama Türk ordusu ve çeteler Helen halkini koruyan bu köyü yerle bir etmek istiyordu. Bunun duyumunu alan köylüler başta Konstantin dede olmak üzere köylüleri Nebiyanin içerisine götürmek için yollara düşmüştü, ve bir taraftan çeteler köye yaklaşıyor, bir tarafdan da hızla κöyden ayrılmaya çalışılıyordu. Dedem daha o zaman üç bilemedim dört yaşındaydı ve Konstantin dede çocuğunun dayısının yanında olduğunu düşünürken dayisi da Konstantin'in yanında olduğunu düşünüyordu, oysa Memed dedem  (Lefteris) köyde herşeyden habersiz oyuna koyulmuştu .

Ve mahalleden biraz uzaklaşınca o karmaşa da geride unutulmuştu. O fark edilinceye kadar da ceteler çoktan köyün etrafını sarmıştı. Geriye dönseler hepsi katledilecek, içleri kan ağlaya ağlaya Nebiyanin içerilerine doğru devam etmişler.Neyse ki mübadeleye kadar kendilerini Koruyabilmişler, oradayken de ,Yunanistan'a geçtikten sonra da , Almanya'ya çalışmaya gittiğinde de hiç bir zaman oğlunu aramaktan vazgeçmemiş, Konstantin dede ikinci doğan erkek çocuğuna da Lefteris ismini vermiş, Lefteris'in eşi Sofya ile yaşamını yitirmeden görüşmüştüm 

Sofyaciğım Konstantin dede ölünceye kadar  hep onu sayıkladı dedi. Her zaman onu aradı dedi, bizde hiç durmadan onu aradık dedi ama ben seni gördüğümde Lefteris'in bir parçasını burada hissettim dedi, hatta tüm aile ikinci doğan kardeş Lefteris ile benim benzerliğimi gördüklerinde sanki Lefteris mezardan çıkmış ve onları ziyarete gelmişti, ilk beni gördüklerinde öyle kocaman olmuştu ki gözleri ben bile bu şaşkınlık karşısında dona kalmıştım ama Yunanistandaki Lefteris'in resmini gördüğümde neden bu kadar şaşırdıklarını anlamıştım .

Ben aslında uzun zamandir dedemin kardeşini yaşadığını zannediyordum ama babasından sonra oğlu da kardeşini görmeden yaşamını kaybetmişti hem de yıllar önce, aslina bakarsanız hepsinden önce dedem Lefteris (Memed ) daha 35 yaşındayken ayağına batan bir çivi yüzünden tetanoz olduğu için babam daha 3 ya da dört yaşındayken bir at arabasıyla Samsun'a tedaviye götürülürken ölmüştü. Bizimkiler o kadar fakirdi ki  cenazesini Bafra'ya dahi getiremediler, Samsun'da kimsesizler mezarlığına gömüldü ve bir süre sonra da Pontos Soykırımı yıllarında katledilen 353.000 bin mezarsız yatan canımızdan biri oldu, mezarı da kayboldu gitti 

Ve bu anlattığım Pontos Soykırımı yıllarında çalınan 10 binlerce çocuktan sadece birinin yani ailemin  hikayesi, bir tanesinin hikayesini de ben tamamlanmasını (Tolika )sağlamıştım ve hala onbinlerce çocuğun akıbeti belki değil ama Türk devleti çalınan Çocukların kimlere verildiğini ve nerede yaşadığını biliyor. Ama soykırımcı tutumunu yüzyıldır değiştirmeyen Türk devleti çalınan çocukların akıbeti ile ilgili hala açıklama yapmadı ve yapmıyor. Sonra da sorulduğunda bizim tarihimizde soykırım gibi bir şey bulamazsınız diyorlar .

Soykırım yapmamış bir devlet neden 10 binlerce çocuğu çalmış ve Türk ailelerine bu çocukları dağıtarak çocuklar devşirmeye çalışmıştır, soykırım yapmamış bir devlet Kazim Karabekir'in övünerek anlattığı gibi bu çocuklardan neden katiller ordusu yaratmıştır.

Şimdi bu soykırımci, katliamcı, inkârcı, çocuk hırsızı devletten neyin hesabını soracağımıza şaşırdık kaldık. Soykırım rakamlardan ibaret değildir, ölenlerin birer birer hikayesi olduğu gibi, geride kalan tüm diğer insanların her birinin de bir hikayesi.Babam, amcam, halalarım yaşadığı sürece hep kendilerini neden saklamak zorunda kaldı. Neden çocuklarını birer Türk irkcisi olarak yetiştirmek zorunda hissettiler, düşünün ki aramızda TİT üyesi bile vardı. Bu acımasızlığın, bize bunları yapanların hesabını kim verecek, kim...

Benim hikayemi neredeyse bilmeyen yok gibi, ben de Kazım Karabekir'in çocuk ordusunun parçası gibi bir katil olarak yetiştirilip Kürtlere karşı savaşmaya gönderildim. Kürt halkına karşı verdiğim zararı, onlara zarar verirken kendime yaptıklarımın telafisi olabilir mi ?Kalkmış yüzyıllık soykırımcı sistemin bugün yürütücülüğünü yapanlar ve soykırımı Kürt halkı üzerinde güncellemeye çalışanlar herkesten helallik istiyorlar, ne helali bee, yüzyıldır yasadıklarımızın ahı asla peşinizi bırakmasin, inim inim inleyin emi

20 Mayıs 2021 Perşembe

SOYADI KANUNU VE TÜRK TİPİ IRKÇILIK - YANNİS VASİLİS YAYLALI

Türkiye'de hükümet cephesi bir konuşmaya başlayınca sanırsınız ki özgürlükler Avrupa'dan bile ileri durumdadır. Oysa gerçekler bu söylenenden 180 derece farklılık arz eder. Önümüzdeki 2 Temmuz günü 2525 sayılı ‘Soyadı Kanunu’nun 86.yıl dönümü olacak. 21 Haziran 1934 yılında kabul edilen ‘Soyadı Kanunu’, 2 Temmuz 1934 tarihinde resmi gazetede yayınlanmış ve 2 Ocak 1935 yılında yürürlüğe girmiştir. Elbette birçok başka kanunda olduğu gibi bu kanun da 'Türklük' ayrımcılığı üzerinden yükseliyor. Bu makalede ele alacağımız ‘Soyadı Kanunu’nun ayrımcılığı ırkçılığa kadar vardıran 3. maddesi olacak. Bu madde "Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz." hükmünü içeriyor.

Türkiye'de bu kanunu yapanlar her ne kadar istemese de hala bu ülkede Müslüman ve Türklerin dışında vatandaşlık bağlarıyla bu ülkeye bağlı farklı inançlara ve halklardan olan insanlar yaşamaya devam ediyor. O zaman bizler de hala burada yaşamaya devam ettiğimize göre Anayasa'nın eşitlik maddesini düzenleyen kanuna muamele görmek ana sütü kadar hakkımız olması gerekiyor. Hükümet yetkilileri ve onlara yakın yazar-çizerlerin her fırsatta savunduğu gibi yasalar, kanunlar ve özgürlükler acaba gerçekten Avrupa'dan ileride mi? Bu soruya sadece soyadı kanunu üzerinden cevap arayacağız.
Eğer bu konulara duyarlıysanız 2009 yılında Mardin'de yaşayan Süryani Favlus Ay'ın ad ve soyadı değişikliği istemiyle açtığı davayı bilirsiniz ya da duymuşsunuzdur. Açıkça ifade etmek gerekirse ben de bir ihtiyaçtan dolayı araştırırken karşılaştığım davalardan biridir. Beni takip edenler bilirler ama takip etmeyenler için kendimle ilgili bir küçük hatırlatma yapıp, bu makaleyle ilgimi de açıkladıktan sonra Mardinli Süryani Favlus Ay'ın soyadı değişikliği davasını ve kanunların nasıl Türklük üzerine inşa edildiğini; Türk olmayanlara karşı nasıl iki çifte standart uygulandığını bir nebze de olsa sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ben Karadenizli azılı bir faşist gençken, 90'lı yılların ortasında askerlik çağının gelmesiyle başka seçeneği varken kendi isteğiyle komando askeri olarak Kürtlere karşı savaşmak için Kürt illerine gelen birisiyim. Şırnak'ta birçok bölge de Kürtlere karşı verilen savaşın parçası oldum. Cudî, Gabar ve Kelle Mehmet gibi Türkiye'nin Güney Kürdistan'a sınır bölgesi olan dağlarda Kürtlere karşı savaştım. Bilerek PKK demiyorum, çünkü Türkiye devleti PKK'yi sadece Kürtlere karşı başlattığı savaşa bahane olarak kullanıyordu. O dönemi uzun uzun anlatmayacağım, araştırmak isteyenler için daha önce birçok kez bu konu üzerine yazdığım için google’den taratma yaparlarsa rahatlıkla bulabilirler. Neyse savaşların birçok sonuçları vardır, ya vurursunuz, ya vurulursunuz, ya ölürsünüz, ya sağ salim eve dönersiniz ya da benim de hiç düşünmediğim gibi savaş esiri olarak savaştığınız gücün eline düşersiniz. Yine uzatmadan devam etmem gerekirse, kim derdi ki ‘düşmanın eline esir düşmüşken’ özgürleşeceksin, buna asla mı, asla inanmazdım. Önce ilk sekizinci ayımda Kürt halk gerçekliğini görme fırsatı yakaladım. Bu yüzleşme bana kendi halk gerçekliğimi de beraberinde getirdi. Kürt dağlarına Karadenizli azılı bir faşist olarak gelmiş, yüzleşme sonrasında ise Pontoslu antimilitarist bir aktivist haline dönüşmüştüm. Yüzleşmenin doğal sonucu olarak kendi değerlerime ait isim iadesi için harekete geçme kararı aldım. İşte şimdi ele alacağım Mardinli Süryani Favlus Ay dosyası ile o süreçte tanıştım.
Mardinli Süryani Favlus Ay adını ve soyadını 'Paulus Bartuma' olarak değiştirmek için 2009 yılında Midyat Asliye Hukuk Mahkemesine başvuru yapmıştı. Davayı kabul eden Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi, Soyadı Kanunu’ndaki “… yabancı ırk ve millet isimleriyle…” ibaresinin anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesinin nasıl bir karar vereceği ise hepimiz açısından merak konusu olmuştu. Verdiği kararla acaba statükoyu mu tekrar edecek, yoksa böyle bir kanuna karşı özgürlükçü bir karar mı verecekti. Çok da uzun beklemeden Anayasa Mahkemesi 2011 Temmuz'unda kararını açıkladı. Mahkeme özgürlüklerin önünü açmak yerine statükoyu korumak adına bir tekrarı yineleyerek, ‘2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun 'yabancı ırk ve millet isimlerinin soyadı' olarak kullanılamayacağına ilişkin hükmünün iptal istemini oy çokluğuyla reddetti.
Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararında ise "Soyadının, bir kimsenin kimliğini belirleme işlevi yanında ailesini ve soyunu belirleme, kişiyi başka ailelerin bireylerinden ayırt etme ya da kişinin hangi kökene, topluluğa veya ulusa ait olduğunu belirleme işlevi de bulunmaktadır. Bu işlevleri nedeniyle yasa koyucu (...), ulusal birliğin sağlanması, dil ve dil kimliğinin korunması gibi sebeplerle soyadı kullanımını yasal düzenlemelerle kural altına almaktadır (...) Kural, yeni alınacak soyadını yabancı ırk ve millet ismi olarak almak isteyen herkese ayrım gözetmeksizin uygulanmaktadır." 'Gerekçenin devamında ayrıca AİHM'in de soyadı kullanımıyla ilgili başvuruları AİHS'in 8. maddesinde yer alan “özel hayatın ve aile hayatının korunması” ilkesi kapsamında incelediği ve aldığı kararlar da “nüfusun eksiksiz olarak kaydedilmesi, kişisel kimlik saptaması veya belli bir ismi taşıyanların belli bir aile ile bağlantılarının kurulabilmesi gibi kamu yararının gerekleri uyarınca soyadı değiştirme imkanına yasal sınırlamalar getirilebileceği, ulusal yasa koyucunun bu sınırlamaları da kendi devletiyle ilgili tarihi ve siyasal yapısına bağlı kalarak seçmesinde takdir hakkının bulunduğunu” belirttiği hatırlatıldı.
Bu kararı gördüğümüzde bir kere daha beklentilerimiz karşılıksız çıkmıştı, neresinden tutsanız elinizde kalacak bir kanun ve karar ile karşı karşıyaydık. Bu aslında yıllarca siyaset alanının tartışma konusu olan 'Türk milleti' kavramını da ele alan bir karardı. Karara muhalefet eden Anayasa Mahkemesi başkan vekili olan Osman Paksüt'ün aşağıda daha da ayrıntılı paylaşacağım itiraz gerekçesinin girişinde 'Türk milleti' kavramının ırkçılığa dayanmadığını “Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ şeklindeki veciz sözünün anlamı Türk milleti kavramının Türk ırkı ile eş anlamlı olmadığıdır” sözleriyle ifade etse de Anayasa Mahkemesi'nin kararına baktığımızda, ayrıca ‘2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun 3.maddesinde ki "yabancı ırk ve millet isimleriyle soyadı alınamaz" hükmüne baktığımızda biz o dediği şeyi göremiyoruz. Eğer başkanvekili Paksüt'ün dediği gibi bir durum söz konusu olsaydı, zaten bunca hukuk savaşını vermemize gerek de olmazdı. Aslında başkanvekili Paksüt yaptığı açıklamanın devamında "Dünyada ırkçılık uzun mücadeleler ve fedakarlıklar sonucu ortadan kaldırılmış ve insan haklarına dayalı çağdaş ülkelerin hepsinde yasaklanmıştır. Bu nedenle çağdaş bir demokrasi ve hukuk devleti olma iddiasında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarında ırkı referans alan bir kuralın mevcudiyetini sürdürmesi olanaklı değildir." diyerek kanundaki ırkçı yaklaşımı da itiraf etmiş oluyor. Söz konusu Müslüman ve Türk olmayan unsurlar olunca burada olduğu gibi ırkçılık her yerde karşımıza çıkıyor. Dediğim gibi kafamızdaki şeyler ile işleyişte olan şeyler arasında tam 180 derece farklılık olduğunu bu söylem ve uygulayışta da olduğunu açıkça görüyoruz. Konuşan kişiler siyasetçi de değil birinci derecede yer alan en üst mahkeme yetkilileri ama buna rağmen Anayasa Mahkemesi var olan kanunla “milli birlik ve bütünlüğün sağlanmasının amaçlandığına” dikkat çekerek kanunu “hukuka uygun” buldu. Daha anlayacağımız dille ifade edersek hakkını aradığı için yine bölücü durumuna düşen Favlus Ay oldu. Yüksek Mahkeme Anayasa'da yer alan eşitlik ilkesi ile ilgili öyle bir okuma yaptı kı bu ülkeye vatandaşlık bağlarıyla bağlı olan ama Türk ve Müslüman olmayan kişilerin kendi inancına, kendi kültürüne, kendi halkına ait soyadı değişikliği istemi Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırılık içerir dedi. Hükümet çevresinin değişiyle özgürlükler ülkesinde bir kere daha yasalardaki ırkçılık böylece tescillenmiş oldu.
Anayasa Mahkemesi'nde 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun yabancı ırk ve millet isimlerinin soyadı olarak kullanılamayacağına ilişkin hükmünün iptal istemini oy çokluğuyla reddedilmişti. Anayasa Mahkemesi'nin 9 üyesinin aldığı ret kararına Başkan Haşim Kılıç ve 7 üye farklı gerekçelerle katılmadı. Şimdi Anayasa Mahkemesi başkanı ve başkanvekili Osman Paksüt'in itiraz gerekçelerini de sizlerle paylaşmak isterim ki söylediklerimizin subjektif bir yorum olmadığını, neyle karşı karşıya olduğumuz objektif şekilde daha açıkça görünür. Anayasa Mahkemesinin kararına muhalefet ederek karşı oy kullanan Anayasa Mahkemesi'nin de başkanı olan Haşim Kılıç karşı oy gerekçesinde "1934 yılında anlaşılabilir olan bu kural, günümüzde bütünleştirici ve birleştirici olmak bir yana, vatandaşların bir kısmında, özellikle çoğunluğu oluşturanlardan farklı etnik ve/veya dini kimliğe sahip olanlar arasında haklı olarak ayrımcılığa uğradıkları kanısını doğurmakta. Bu da milli birlik ve beraberliğe zarar vermektedir. Kişinin kendisini ve kimliğini biçimlendiren soyadına müdahalenin kendisi, ayrımcılığa neden olan bir hak ihlalinin türevi olarak değil, başlı başına bir insan hakları ihlali olarak nitelendirilebilir. Bireyin yaşamıyla özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir öğesi olan soyadını özgürce seçebilmesi kendisine tanınmış temel bir kişilik hakkı olup, soyadları onu taşıyanların kişiliğinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır" dedi.
Karşı oy gerekçesinde Dünya'da ırkçılığın uzun mücadeleler ve fedakarlıklar sonucu ortadan kaldırılmış olduğunu söyleyen ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yasalarında ırkı referans alan bir kuralın mevcudiyetini sürdürmesinin olanaklı olmadığını söyleyen Anayasa Mahkemesi başkanvekili Osman Paksüt, açıklamalarına şu şekilde devam etti “Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ şeklindeki veciz sözünün anlamı Türk milleti kavramının Türk ırkı ile eş anlamlı olmadığıdır” ifadesini kullandı. Paksüt, “Esasen, soyadının resmi dil olan Türkçe'de ve Türk alfabesiyle yazılabilir, okunabilir ve anlaşılabilir olması dışında, soyadının kamu düzenini ilgilendiren bir yönü bulunmamaktadır. Dünyada ırkçılık uzun mücadeleler ve fedakarlıklar sonucu ortadan kaldırılmış ve insan haklarına dayalı çağdaş ülkelerin hepsinde yasaklanmıştır. Bu nedenle çağdaş bir demokrasi ve hukuk devleti olma iddiasında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarında ırkı referans alan bir kuralın mevcudiyetini sürdürmesi olanaklı değildir. Soyadı Kanunu’nun kabulü sırasında toplumsal bütünlüğü sağlama kaygısıyla ve o gün dahi amacını aşan şekilde yasalaştığı anlaşılan kuralın mevzuatımızdan temizlenmesi için iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk kararına katılmıyorum.”
Anayasa Mahkemesi aslında bu kararıyla Türkler hariç diğer yurttaşlarının varlığını da 'milli birlik'e aykırı olacağı gerekçesiyle kabul etmemiş ve bu kararla 86 yıllık inkar da devam etmiş oldu. Karara muhalefet eden yargıçların dışında da birçok tepkiler vardı. Midyat Süryani Kültür Derneği Başkanı Yuhanna Aktaş'ta tepki gösterenler arasındaydı. Yasaların kendilerini ötekileştirdiğini söyleyen Aktaş "Bu bir insan hakkı ihlalidir. Yıllardır sürdürdüğü üvey evlat muamelesinin bir tezahürüdür. Aynı zamanda asimilasyoncu, ötekileştirici, çağdışı ve yasakçı bir zihniyet olarak görüyoruz. Mevcut yasaların bu ülkede yaşayan sadece Türk ve Müslüman olanlar için var olduğunu bir daha ortaya çıkmıştır. Bu yasaların çağımıza uymadığını ve bir an evvel değişmesi gerektiğine inanıyoruz." dedi.
Yukarıda Soyadı Kanunu’nun ilgili 3. maddesinin değişimi ya da iptali nedeniyle ilgili Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar da karara karşı olan hakimlerin tutumu da bir kere daha bize gösteriyor ki bu ülkede ırkçılık yasalar ile koruma altında. Bu karar korkunç bir karar mı, evet korkunç ve kabul edilecek bir karar değil. Peki bu kadar korkunç olan bu karar bizi korkutmalı mı ve kararı kabul edip sessizce oturmalı mıyız? Karar bir gerçekliği ifade etse de ucu ucuna çıkabilmiştir. Bu da bize temel haklar ile ilgili verdiğimiz mücadelemize bırakmak bir yana dört kolla sarılmamızı gerektirir. Bu ırkçı Soyadı Kanunu önce biz müslüman olmayan halklar ve inançları mağdur etsede, Türk olmayan müslüman halkları da mağdur etmiştir. Bu halkların başında da bugün yine soykırım operasyonlarına maruz kalan Kürt halkı gelir. Bu ülkede yaşayan halklar ve inançlar kendilerini yok sayan başta Soyadı Kanunu'nun 3.maddesi olmak olmak üzere tüm ayrımcı yasaların ortadan kaldırılıncaya kadar birlikte mücadele etmeyi sürdürmelidir.
Ben de yüzleşmemi tamamladıktan sonra kendi inancıma, kendi halkıma ait isim ve soy isim değişikliği için ne yapabilirim dediğimde karşıma çıkan bu karar mücadeleye inancımı törpüleyeceğine tam tersi bir etki yaptı. Ben de gittim bu sistem adına başka halklara (bugün ki aklım olsa asla yapmazdım) karşı savaştım ve benim gibi bi çok Türk olmayan vatandaşlar da benzer şeyi yaptılar, vergilerimizi onlar gibi ödedik, bu ilkenin vatandaşı olmaktan kaynaklı üzerimize yüklenen her şeyi fazlasıyla yapmışken kendi halkımıza ve inancımıza ait olan ismimizin ve soy ismimizi taşıdığımızda bu ülkenin milli birlik ve bütünlüğüne zarar vereceğimizi iddiası sadece be sadece deli saçmalığı olarak görürüm. Anayasal eşitlikten bahsediliyorsa Türklerin ismi ve soy ismi bu bölmüyor ve bütünlüyorsa aynı hak bizim için de geçerlidir. Anayasal eşitliği Türklük üzerinden okumaya çalışırsanız bunun dışında kalan her alan bölücü ve yıkıcı olarak karşınıza çıkar ama tam da Anayasa Mahkemesi başkanının itiraz yazısında olduğu gibi asıl bölücü olan bu okuma tarzıdır. Zaten bugün yaşanan sıkıntının kaynağı bu tarz güvenlikçi ve ırkçı okumalar oluşturmaktadır. Bir devlet ya da onun kurumlarının işi bir halkı kayırıp diğerlerini de bölücülüğün, yıkıcılığın kaynağı olarak görmek değildir, tam tersine vatandaşlık bağı ile kendisine başlanmış olan vatandaşlarına hiç ayrım gütmeden eşit şekilde bakıp, ona göre hareket etmesi gerekmektedir.
Hani derler ya tüm bu okumalardan sonra soyadımı değiştirebilmek için kısa, orta ve uzun vadeli planlamalar yaptım. Tam da Kobanê'nin IŞİD çeteleri tarafından kuşatması başlamadan bir kaç ay önce isim değişikliği için Bafra'da mahkemeye başvuru yaptım. Mahkemeye başvurmamın hemen bir kaç ay sonrasında isim değişikliğim kabul edildi. Bu zamana kadar İbrahim Yaylalı olan ismim mahkeme kararıyla Yannis Vasilis Yaylalı olarak değişti. Bu temel hak mücadelemizde ilk adım olmuştu, ikinci adımı atmayı düşündüğüm süreçte çözüm süreci bitirildi ve oldukça bir karmaşanın yaşandığı sürece girdik. O dönemde avukatımla gelecekte yapacağımız hamleler üzerine doneler toplama süreci olarak değerlendirdik. Yukarıda da paylaştığım gibi asıl mesele Anayasa Mahkemesinin dediği gibi sözde 'milli bütünlüğü' tehdit eden soyadı değişikliği için start verecektik. Yaylalı olan soyadımı Helence'de 'Parcharidis' olarak değiştirecektim. Bu işin uzun vadeli süreceğini bildiğimizden biraz daha rahat bir sürecin gelmesini bekledik ama daha rahat bir süreci beklerken darbeler ve karşı darbeler sürecinde kendimizi bulduk. Roboskî'de uzunca süredir verdiğimiz adalet mücadelesinden dolayı anında kara listeye alınıp hapishaneye götürülen muhaliflerden oldum. Bir süre yatıp çıktıktan sonra tekrar hapishaneye girmem söz konusu olunca ata toprakları olan Yunanistan'a çıkmak durumunda kaldım. Yunanistan'da hayatım biraz normale girince tekrar avukatımla neler yapabilirizi konuşmaya başladık. Hapishanelerde sıklıkla söylenen Nazım Hikmet'e ait bir söz, var; mesele esir düşmekte değil, asıl mesele teslim olmamakta!Yani şu an var olan gücüyle Türkiye Cumhuriyeti devleti halkları ve inançları açık cezaevinde esir gibi tutuyor ve esir muamelesi yapıyor. Bizler teslim olmadığımız sürece asla yenilmeyeceğiz. Eğer dayanışma içerisinde de mücadelemizi sürdürürsek çok da uzak olmayan zamanlar da halkların ve inançların içerisinde tutulduğu açık cezaevlerini yüzlerce, binlerce çiçeğin bir arada yaşadığı bahçelere çevirebiliriz.

Daha önce Yeni Özgür Politika'da yayınlandı

18 Mayıs 2021 Salı

19 MAYIS TARİHİNİ SEÇEN BİZ DEĞİL M. KEMAL VE ARKADAŞLARIDIR.


Yannis Vasilis Yaylalı


Biz Hala Buradayız I Είμαστε Ακόμα Εδώ


’’…dahilî isyanları bastırmak, Yunan taarruzunu tevkif etmekten elbette daha mühimdir.’’ M.Kemal

19 Mayıs tarihini biz mi seçtik !!


Şimdi bazı Kesimler sık sık 19 Mayıs tarihini bilinçli seçtiğimizi ve sözde ‘Kurtuluş Savaşı'nı gölgelemek için böyle yaptığımızı belirtiyorlar. Oysa 19 Mayıs’ı bizler değil İngilizler ve İstanbul hükümetinin himayesinde Samsun’a çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşları seçmiştir. Samsun’a çıkar çıkmaz Pontos köy ve şehirlerini yağmalayan, katliamlar yapan Topal Osman çetesiyle buluşan ve yaptıklarını engellemek bir tarafa az dahi bulduğu için önce Topal Osman milis birliği ve ayrıca soykırımı daha sistemli yürütsün diye Merkez Ordusunu oluşturulmuş başına da katliamcı Sakallı Nurettin’i atayan da kendisidir. Yani Osmanlı ile halkımıza karşı başlatılan, İttihatçı kasaplar ile devam eden ve soykırımı bir program doğrultusunda yöneten, soykırımı nihayete ulaştıran kişi Mustafa Kemal’den başkası değildir. Tüm bu işleri yapmak ve organize etmek için ise Samsun’a, Pontos'a çıktığı tarihtir adıdır 19 Mayıs.

Bugün Guernica’yı bilmeyen yok gibidir, Pablo Picasso tarafından 1937’de yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanya'sına ait 28 bombardıman uçağının 26 Nisan 1937’de İspanya’daki Guernica şehrini bombalamasını anlatan, anıtsal tablodur. Bu tablo yapıldıktan sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altında olan Paris’teki evini incelemeye gelen Nazi subayı, Guernica’nın fotoğrafını inceldikten sonra Picasso’ya dönüp “Bunu sen mi yaptın?” diye sordu. Picasso’nun cevabı “Hayır, siz yaptınız.” demişti. Gerçekten de öyleydi Picasso sanatıyla sadece orada yaşananları aktarmıştı ama o katliamı Nazi canileri yapmıştı


İspanya’dan, Guernica’dan Pontos’a, Samsun’a Mustafa Kemal ve arkadaşlarına dönecek olursak eğer, yüz yıl önce 19 Mayıs 1919 tarihini seçen biz değil Samsun’a Pontos Soykırımı planıyla çıkıp, soykırımı bir program düzeyinde gerçekleştirenler seçmiştir. Biz bu gerçeğe olduğu gibi sadık kalıp, dilimiz döndüğünce kamuoyuna taşımaya çalışıyoruz. Nasıl ki Guernica katliamından kaynaklı Picasso’yu suçlamak oldukça saçma olacaksa, kalkıp 19 Mayıs 1919 tarihi için de Pontos soykırımına maruz kalkmış olan atalarının ruhları huzura kavuşsun diye mücadele yürüten biz torunlarını bu tarihle suçlamak abesle iştigaldir. Picasso’ nun katılımcıları kastederek verdiği cevabı aynen söylemek gerekirse bu tarihi biz değil ‘siz yaptınız’

I. M. Kemal ve Arkadaşları tarafından Pontos Helenlerine uygulamaya karar verilen Soykırımı 15 Mayıs’ta İngilizlerin himayesiyle İzmir’e çıkan Yunan devleti mi tetikledi .?



Trakya ve Ege pogromu döneminde Teşkilat-ı Mahsusa’nın şeflerinden Kuşçubaşı Eşref’in deyimiyle İttihat ve Terakki partisinin gayri Müslüm halklara bakış açısı “ dahili tümörler”dir,


Yunan ordusunun İngilizlerin himayesinde 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıkması M. Kemal ve arkadaşlarının Pontos Helenlerine yapacak olduğu soykırım için sadece gerekçeydi. Asla neden değildi, Yunanistan devleti İngilizlerin oyununa gelip de İzmir’e çıkmazsa tüm bu katliam, tehcir ve nihayetinde soykırım olmayacak mıydı.? Elbette bu sorunun cevabı kocaman hayır olacaktır. Asıl sorun için biraz daha öncelere gitmek gerekiyor, Osmanlı köhnemiş bir devlet yapısına sahipti ve kendisini yenileyebilmekten çok uzaktı. Fransa burjuva devrimi yani sanayi devrimi ortaya çıkınca dünyanın birçok bölgesi bu yeni devrim sürecine girdi. Dünyanın birçok yerini etkisi altına alan devrim rüzgârı Osmanlı egemenliği altındaki halkları da etkilemeye başladı. Osmanlı’ya karşı 1821-1929 tarihleri arasında uzun dokuz senelik bir isyan ve direnişin ardından Yunanistan devleti Osmanlı’ya karşı bağımsızlığını ilan etti. Yunanistan devrimi köhnemiş Osmanlı egemenliği altındaki mazlum halklara örnek teşkil etti. Balkanlar başta olmak üzere birçok yerde miladını doldurmuş Osmanlı devletine karşın isyan, direniş ve bağımsızlık hareketleri ortaya çıktı.

İttihat ve Terakki’nin doğduğu yer olan ‘Makedonya'ya bağlı Manastır'da halk, 1908 sabahı duvarlara yapıştırılmış "Ya Özgürlük Ya Ölüm", "Yaşasın Özgürlük", "Yaşasın Anayasa" afişlerini okuyordu.’1 İttihat ve Terakki bu tür sloganlar ile Osmanlı zulmüne karşı önce alternatif gibi duruyordu. Başta Rumlar olmak üzere Osmanlı egemenliği altında bulunan halklar 1908 meşruiyet sürecini ve doğalında İttihat ve Terakki hükümetini memnuniyet ile karşıladılar. Bu süreç İttihat ve Terakki cemiyeti ne olup ne olmadıkları açısından tam bir test süreciydi. Nasıl bir milliyetçilik ile karşı karşıya olduğumuzu Adana Kilikya katliamından Balkan savaşları sonuna, Trakya ve Ege’de Helen nüfusuna karşı yapılan pogrom ve tehcirine kadar yaşadığımız süreç gösterdi.
Cemal Kutay İttihatçılar için Osmanlıcılık, Anayasal meşrutiyetçikten ölümcül milliyetçiliğe evrimleşen yolu aşağıda verdiği şu bilgiler tamamlıyor “Kuşçubaşı Eşref, verdiği tarihe güvenmek gerekirse, 23 Şubat 1914 tarihinde Harbiye Nezareti’nde Enver Paşa ile bir görüşme yapar. En­ver ülkenin içinde bulunduğu çöküş tablosunu çizdikten sonra, tek çıkışın Türk ve İslam aleminin birliğini sağlamaktan geçtiği­ni söyler. Ülke içindeki gayrimüslimler ise devletin devamın­dan yana olmadıklarını ispat etmiş bulunuyorlardı. Osmanlı Devletinin kurtuluşu onlara karşı alınacak tedbirlere bağlıydı. Teşkilât-ı Mahsusa’nın görevi, hükümetin….görünürdeki kuvvetlerinin ve asayiş teşkilâtının kat’iyyen başaramayacağı hizmetleriyerine getirmekti. Kuşçubaşı’nın sözleriyle, ilk vazife, sadık’larla hain’leri birbirlerinden ayırmak idi’. Bu doğ­rultuda, büyük bir plan hazırlamıştık…”2 Tabi bu plan doğrultusunda 150 bin ile 1.500.000 insanın o süreçte zorla tehcir ve katliamlar ile yok edildiği sanılıyor. Türkiye’nin yakın tarihini bilen özü ve sözü bir olan araştırmacıların ortaklaştığı şey Trakya ve Ege’de Helen nüfusa yapılan pogrom ve tehcirin sonradan Ermeni ve Pontos Helenlerine yapılacak olan soykırımın stajı niteliğinde olduğudur.

Diyeceksiniz ki M Kemal bu süreçte orada değildi ve bu yaşananların çoğuyla ilgisi yoktu. Öncelikle M Kemal’in İttihat ve Terakki üyesi olduğunu belirtelim ve birincil nesil İttihatçılar ile bilek güreşine girecek güçte olmadığı için birçok konuda alttan aldığını da biliyoruz. Bu elbette tek başına yeterli bir done değil biliyoruz ama Balkan savaşları sonrası Trakya ve Ege’de Yunan nüfusuna karşın uygulanan pogrom ve tehcir sürecinde yer alan İttihat Terakki3, Teşkilat-ı Mahsusa, Karakol örgütlerinin kadroları M Kemal öncesi ve sonrasında Pontos Helenlerine karşı hayata geçirilen soykırımda yer almamış olsaydı belki bir soru işaretimiz olurdu. Gerçekte Mustafa Kemal ile İttihatçıları ayrılan tek özellik aralarında olan iktidar savaşıydı. Mustafa Kemal’de bu beş senelik süreçte yaşanan evrimleşmenin parçasıdır. Bu anlamıyla Mustafa Kemal’i etkileyen şey asla İngilizlerin himayesinde İzmir’e çıkan Yunan donanması değildir, Onu ve diğer İttihatçı arkadaşlarını etkileyen asıl şey Yunan devrimiyle birlikte Osmanlıya karşı verilen ve kazanılan bağımsızlık savaşlarıdır. İttihatçıların birincil kadroları ne karar verdiklerini Balkan savaşları ve sonrasında Trakya ve Ege’de göstermişlerdir. Mustafa Kemal gibi ikincil İttihatçı kadrolar da bu yolu benimseyip, izlemişlerdir.


II. Pontos, Mustafa Kemal’in Samsuna çıkışı, Pontos Soykırımı


Sık sık Lazlar ile karıştırıldığımızdan kısaca biz kimiz onun üzerine de bir paragraf açmak isterim. Pontos (Yunanca: Πόντος, Pontos) Antik Yunanca “deniz” anlamına gelmesi ve Yunan mitolojisinde Gaia’nın oğlunun adı olmasının yanı sıra Amasyalı Strabon’dan itibaren antik yazarlarca Karadeniz’in güney kıyısında Halys ırmağının (Kızılırmak) doğusunda yer alan Kuzey Anadolu sahillerini hinterlandıyla birlikte tanımlamak için kullanılmıştır. Batı’da Pontos‘ta (Samsun, Giresun, Tokat, Ordu, Amasya) Doğu’da ise (Trabzon, Rize, Gümüşhane) illerini kapsamaktadır.Pontos halkının varlığı Karadeniz’de M.Ö 4. yüz yıla kadar dayanır. Helen soyundan gelen Pontos halkının konuştuğu dil Romeika’dır. Bugün Pontos'ta ancak Rize ve Trabzon’un bazı köylerinde Romeika konuşulmaktadır. Konuştuğumuz dilimiz korunma altına alınmaz ise kaybolmak ile yüz yüze kalacaktır. Pontos halkının konuştuğu dil Romeika’dır. Bugün Pontos’ta ancak Rize ve Trabzon’un bazı köylerinde Romeika konuşulmaktadır.


Pontos Helenlerine karşı hayata geçirilmiş olan Soykırım elbette M. Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a ayak bastığı gün olan 19 Mayıs 1919 günü başlamadı, Soykırım üzerine çalışma yürüten kimi tarihçi ve araştırmacılar 1914 yılını işaret ederken, kimi tarihçiler ise Osmanlı-Rus savaşları (1916 ) bahane edilerek güvenlik nedeniyle Trabzon’dan Sinop’a kadar sahilden daha iç kesimlere gerçekleştirilen tehcir sürecini yani ölüm yürüyüşlerini esas alır. Benim düşünceme göre ise Balkan savaşları sonrası Balkanlardan gelen Müslüman nüfusun zorbalıkla ve bilerek, planlayarak Pontos’ta ki Helen nüfus bölgelerine zorbalıkla yerleştirilmeye başlandığı, ayrıca Helen mallarına boykot sürecinin de başladığı , Amele taburlarının hayata geçirildiği 1914 senesi Pontos Helenlerinin soykırımının başlangıcının miladıdır. İttihat ve Terakki’nin ikincil kadroları diyebileceğimiz M.Kemal ve arkadaşları Samsun’a çıkıncaya kadar zaten 150 bin Pontos’lu Helen ölüm yürüyüşlerinde4, köy baskınlarında, zorla askere alma adı altında Amele taburlarında katledilmişlerdi.


M. Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıkışına bir gizem ve mağduriyet edebiyatı üzerinden katmak destan yaratmak isteseler de arşivler ve gelmeden önceki pazarlıklar hepsi orta yerde duruyor. Hele hele Samsun’a gizli denilen gelişe bir bakalım. M.Kemal İngilizlerden ve İstanbul hükümetinden gizli saklı Samsun’a gidişi tamamen şehir efsanesidir. M.Kemal Samsun’a İngilizlerin olurunu alan İstanbul hükümeti tarafından gönderilmiştir. Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesinin nedeni ise Türkçü çetelerin devamlı şekilde Pontoslu Helenlerin hem canına hem de malına kastetmesinden dolayıdır. Türk çetelerinin bu saldırılarından iyice bunalan Pontos Helenleri, telgraflar aracılığı ile bu durumdan kaynaklı İngiliz yüksek komiserliğine yoğun şekilde şikâyetçi olurlar. Bunun üzerine İngiliz Yüksek Komiserliği, Nisan 1919’da Damat Ferit Paşa’ya bölgedeki Türk çetelerinin Rumlara karşı yaptığı katliam olayları ile ilgili bir rapor vermişti. Raporda “Karadeniz bölgesinde Türk çetecilerin Rum vatandaşlara zulüm ve katliam yaptıkları, bu olaylarn derhal sona erdirilmesi ve eğer sona erdirilmezse kendilerinin bu bölgeye müdahale edecekleri”ni bildirilmektedir. İngilizlerin raporu üzerine Hükümet Türk çetelerinin yani Topal Osman ve arkadaşlarının bölgede yaptiğı baskı ve zulüm olaylarını “(Mustafa Kemal’in muhafızı Topal Osman- Ümit Doğan sayfa 68 ) durdurması ve bölgedeki Türk çetelerinin faaliyetlerinin etkisiz hale getirmesi ve çetelere ait silahların toplanması için Mustafa Kemal Paşa’yı görevlendirmiştir. Olayların seyrine bakıldığın da durdurmak bir yana Samsun’a çıkışından bir süre sonra Mustafa Kemal bu çetecilerin en azgını olan Topal Osman ile Havza’da buluşur. Topal Osman’a ‘Pontosçuların imhasını durdurma, bilakis hızlandır’. Der (Hasan İzzettin Dinamo kutsal isyan sayfa 130)der.

Mustafa Kemal ve diğer 34 asker arkadaşı için vize veren İngiliz gizli servisinden Yüzbaşı John Goldolphin Bennett ile Yazar Nezih Uzel 1972 yılında Özbekler Tekkesinde söyleşi yapmış o söyleşinin ses kaydının çözümüne baktığımızda Bennett Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile ilgili bakın neler söylüyor : ”Padişahın emin olduğu bir adam olduğunu anladık. Padişah Vahidettin ona çok güveniyordu ancak heyet çok büyük olduğundan 3-4 kişi yerine 35 kişi büyük zabitler, miralay, mirliva falan erkan-ı harptan en mühimler gidiyordu. Yalnız bir müfettişlik için çok gördüm ben. Bunların hepsine vize vermek benim mesuliyetimdeydi. Bana 3-4 kişi çıkacak diye talimat emir verildi ben 35 kişiye vize verdim. Bütün evrakı bütün dosyayı aldım İngiliz kumandanlığına gittim 3-4 kişi yerine 35 kişi gitmek ister vizeyi verebilir miyim diye. Padişah bu kişilere itimat eder, vizeyi veriniz dendi. onlar cevap verdiler: mustafa kemal gitsin ne lazımsa yapsın dendi. ben de bu vizeyi verdim imza ettim ve teslim ettim.”5
Samsun’a gizli çıkış da yoktur, yedi düvele karşı savaş sadece şehir mitidir, karşılarında sadece yok etmek istedikleri Ermeni halkı ve Helen halkı vardır.
M. Kemal’in Samsun’a öyle gizemli bir çıkışı yoktur, planlı programlı ve pazarlıklı şekilde gelişi vardır. Padişah dahil, sadrazam ve İngiliz yetkililer her şeyin farkındadır. İngilizler gözetimi asla da bırakmazlar. Mustafa Armağan6 Samsun’a çıktıktan üç gün sonra Mustafa Kemal’in kurmayları aracılığı ile İngilizler ile buluştuğunu ve İngiliz mandası önerisine karşı Mustafa Kemal’in Manda teklifi eden İngilizlere şu cevabı verdiğini yazıyor : “Türklüğün ecnebi idaresine tahammülü olmadığı, İngilizler gibi en medenî ırklardan müşavir ve teşkilatçı olarak zevat-ı mütehassısa ve marufenin hüsn-i kabul göreceği…” Yani bugün anlayacağımız Türkçe ile diyor ki ; ‘Yabancıların mandasına karşı olduklarını ve İngilizleri en medeni “ırklar”dan kabul ettiklerini, onlardan danışman ve teşkilatçı olarak uzman ve meşhur kişilerin alınmasının iyi karşılanacağını ‘ söylüyor. Mustafa Kemal Samsun’a hiç te gizli çıkmadığı gibi, İngilizler ile nasıl padişah ve İngilizler ile nasıl pazarlık yaptığı da ortada, bu durumu Doğan Avcıoğlu7 bir adım daha ileriye taşıyarak ‘Milli Kurtuluş Tarihi’ni anlattığı kitapta açtığı başlık gibi Mustafa Kemal ‘Emperyalizme karşı çıkmadan anti-emperyalist savaş’ vermiştir der.


Türkiye’nin yakın tarihi ile çalışmaları olan Fikret Başkaya’da yine paradigmanın iflası adlı çalışmasında o süreci kısaca söyle anlatıyor : ‘’ Emperyalizmin genel çıkarları ve emperyalistler arası çelişkiler, 1.Paylaşım Savaşı’nın bir Türk Yunan savaşı biçiminde sürmesine neden oldu. Başlangıçta Yunanlılara destek vermelerine rağmen, İngiliz emperyalizminin çıkarları Sovyet tehdidinin söz konusu olduğu koşullarda [..]artık bundan sonra İngiltere’nin temel siyaseti, doğu’da Bolşevizm’in yayılmasını durdurmaktı. İngiliz desteği kalktıktan sonraysa Yunanlıların Anadolu’da barınma şansı yoktu.’’8 Bu süreçten sonrası malumun ilanı, Türk yönetiminin Rum halkına karşı yaptıkları görülmezden gelindi. Sovyetlere karşı desteklenen Kemalistler ise kendi vekillerini bile dehşete düşeceği kötülükler yaptı. Mustafa Kemal’in silah arkadaşları olan İsmet İnönü ve Kazım Karabekir bu durumun farkındaydı.İsmet İnönü Cumhuriyet’in ellinci yılı dolayısıyla verdiği bir demeçte: ”İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur” (Milliyet, 29 Ekim 1973)


Fikret Başkaya yedi düvel efsanesi üzerine son noktayı da şu sözler ile ne şekilde koyuyor: ‘’Yani İngiliz ve diğer İtilaf devletlerine karşı bir kurtuluş savaşı verildiği bir uydurmadır. Yanında (Almanya gibi güçlü bir devlet başta olmak üzere) ittifak devletleri varken yenik düşen imparatorluğun bir başına bunların tamamıyla başa çıkması o günün koşullarında mümkün değildi. ”Yedi düvelle savaş” bir masaldır. Zaten emperyalistler Anadolu’ya yerleşmek niyetiyle girmediler ve savaşmadan da çekildiler. Çekilirken de Fransızlar Türklere, Yunanlılara karşı kullanacakları silahları sattılar. Bazı Fransız subayların kurtuluş savaşı ordusu saflarında savaştığı rivayet edilir. İtalyanlar da kendi bölgelerindeki silah depolarını açarak, Kuvayi Milliye’ye yardım ediyorlardı.’’

M. Kemal Samsun’a ulaşır ulaşmaz Topal Osman ile bağlantıya geçerek ne yapacağını da göstermiştir.Ermeni katili ve Asker kaçağı Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun taraflarında ortaya çıkar. Ermeni halkına yaptıklarından sonra, halkımıza karşı çete faaliyetleri yürütmeye başlar. Elbette yürüttüğü bu çete faaliyetleri Samsun’a gelen Mustafa Kemal’in de dikkatini çeker, halkımıza karşı Ermeni soykırımında ki tecrübelerinden yararlanmak ister. Bakın tarihçi Ayşe Hür o süreci nasıl anlatıyor. Hür’ün anlatımları sadece Topal Osman ile Mustafa Kemal’in ilişkisini ortaya koymuyor, aynı zaman da İstanbul hükümeti ile Mustafa Kemal’in ilişki düzeyini ve söz konusu Helenler olunca nasıl birlikte hareket ettiklerini de açıkça gösteriyor. Ermeni tehcirinde ve katliamında yer aldıktan bir süre sonra Giresun ve Samsun da ortaya çıkan Topal Osman’a ilişkin Hür şunları söylüyor: ‘‘Bölge uzun süredir bağımsız Pontus Devleti’ni kurmayı hedefleyen Rum çeteleri ile uğraşmaktadır. İttihatçıların gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Mustafa Kemal’in Samsun’a gelir gelmez Havza’da Osman Ağa ile görüşmüştür. (İki Devrin Perde Arkası) Halbuki bu sırada Topal Osman İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katılmaktan aranmaktadır. Anlaşılan bu alandaki maharetlerinden Rumlara karşı yararlanmak ihtiyacı doğmuştur ki, 8 Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılır. Topal Osman, Muhafazai Hukuk-u Milliye Cemiyeti Giresun Şube başkanı olur ardından Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal’e muhalefet edenleri sindirme görevini başarı ile yapar. H.İ. Dinamo’ya göre Mustafa Kemal “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine” bırakmıştır. Topal Osman da “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” der. (Kutsal İsyan, 2. Cilt) 9


Milis Albay Topal Osman



Topal Osman deyince aklıma ilk gelen şey elbette gemi kazanlarında yaktırdığı halkımız gelir. Mahmut Şakir gemi kazanlarında yakılan halkımız ile ilgili yazılan bir anıyı şöyle aktariyor: "[s.s. Osman] ağa geminin başmühendisine sordu: "Onları makine dairesine koyacak yeriniz var mı?" Baş mühendis anlamadı. Osman Ağa, geminin kazanında yer olup olmadığını sorunca üzüldü. Yahudi Celal Bey titreyerek sordu: "En görkemli ağaya ne olacak?" Cevabını almak için: "Yanacaklar". Ardından Osman Ağa çetelerine emir verdi. Romalılar ise bir-iki-üç, geminin kazanına atıldı. Sonunda sadece bir Ermeni kaldı. Zamanı gelince öleceğinden emin olduğu için küfür eden Osman ağa kazanın içine atladı, başını öne eğer. Daha sonra Osman Ağa, başmühendise geminin iyi gidip gitmediğini sorunca, Celal Bey çenesinin titremesinden ona cevap veremedi. Elbette gemi Kotyora'ya bir saat önce geldi ".10Topal Osman’ı uzun uzun anlatmayacağım, bugün artık iyi kötü ne olduğu ortaya çıkmış birisidir. Elbette bu İttihatçı ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın canisinin burada anlatılamayacak kadar yaptığı insanlık ve savaş suçları vardır. Mesela Dersim ve daha sonra da Hitler Almanyası’nda ortaya çıkan gazla insan öldürme işinin mucidi de Topal Osman canisidir. Yukarda sadece gemi kazanında yakılan insan örneği versek de,tren kazanlarını da unutmamak gerekiyor


Pontos Helenlerinin soykırım sürecini tamamlayacak olan Merkez Ordusu da Kurulur


’’Anadolu merkezindeki asayiş meselesini halle memur kuvvetlerimizi büyücek bir kumanda altında tevhit etmekte fayda tasavvur ettiğimizden 9 Kânunuevel 1920 de Sivas’taki Üçüncü Kolorduyu lâğvederek onun vazifesini yeni teşkil ettiğimiz Merkez Ordusu’na tevdi ettik. Bu orduya da Nurettin Paşayı kumandan yaptık.’’ M. Kemal, NUTUK

Yukarda Nutuk’ta da belirtildiği gibi 9 Aralık 1920 tarihinde çıkarılan 407 sayılı kararname ile, aslında hiç olmaması gereken 3.Kolordu lağvedilip ilerde soykrımcı olarak bilinecek olan Merkez Ordusu kurulur. Ordunun kuruluşu, TBMM Başkanı Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan bir bildiriyle duyurulur. Elbette başından itibaren doneler ile anlatmaya çalıştığım gibi M.Kemal İttihatçı kasapların birçoğunu Pontos Helenlerine yapılacak soykırım için Pontos’a getirmeye devam eder. Bunlardan biri de Merkez Ordusu komutanı olarak atayacağı Sakallı Nurettin Paşa’dır

Merkez Ordusu Komutanı Sakalllı Nurettin Paşa

‘Bütün Rumlarda bir devlet mefkuresi vardır. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır. ‘ (Sakallı Nurettin Paşa)


Sakallı Nurettin Paşa11, 1908 yılında 643612 üyelik numarası ile İttihat ve Terakki Komitesi’ne katılır. 1913 yılında Balkan Savaşı’nda, 1914’de birinci dünya savaşı için Irak Cephesi’nde yer alır. Mondros Mütarekesi ile birlikte 1918 kasımında İzmir merkezli 17. Kolordu komutanı ve Aydın Vilayeti Valisi olarak atanır. 30 Aralık 1918 tarihinde 25. Kolordu komutanı olarak atanır13. Sakallı Nurettin Paşa’da Pontos soykırımı öncesi Ege Helenlerine karşı yürütülen pogromda staj yapmış canilerdendir. Urla’da çıkan isyan üzerine 2 Şubat 1919 tarihinde tekrar Aydın Valiliği’ne ve Aydın Bölge Komutanlığı’na atanır. Bu esnada Aydın ve civarında Rum halkına yönelik birçok çete saldırısının arkasında o vardır. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye (Genel Kurmay Başkanlığı) Nurettin Paşa’ya Merkez Ordusu komutanlığına tayin edileceğini bildirerek, kabul edip etmediğini bildirmesini ister.16 Kasım 1920 yılında Nurettin Paşa, Genel Kurmay Başkanlığı’na, Merkez Ordusu komutanlığını kabul ettiğini belirten cevabı bir yazı gönderir.


Sakallı Nurettin Paşa Soykırım stajından sonra Pontos’ta kendisinden beklenenin çok çok üstünde görevini yerine getirdi. O merkez ordusu komutasında kimler yoktu ki, merkez ordusunun Kurmay Başkanı daha sonra 1936’da Dersim’e 4. Umumi Müfettiş olarak atanan Hüseyin Hüsnü yani Korgeneral Hüseyin Hüsnü Abdullah Alpdoğan’dır ki kendisi Dersim celladı olarak da tarihe geçmiş birisidir. Sakallı Nurettin’in bir diğer komutanı da 42. Piyade Alay Komutanı Topal Osman, hem Pontos hem de Koçgiri imhasında birlikte olduğu çete reisiydi. Merkez Ordusu , Rumların, Ermenilerin ve Kürt halkının katliamlarında yer aldı, telafisi çok zor olan çok büyük acılar da rolü var. Geçmiş ile hesaplaşmak ve doğru bir yüzleşme için mutlaka bu merkez ordusunun Rum, Ermeni, Kürt halkına karşı top yekun uygulanan katliamlarda ki rolü sonuna kadar gidilerek araştırılmalı ve gereği yapılmalıdır. Merkez Ordusu bildiğiniz cinayet şebekesiydi, katliller sürüsü ancak bu kadar bir araya getirilebilirdi. Tüm yaşadığımız o soykırım sürecinde “1914-1923 yılları arasında Amasya, Samsun, Giresun’da 134 bin 38, Niksar ’da 27 bin 216, Trabzon’da 34 bin 384, Tokat’ta 64 bin 582, Maçka ’da 17 bin 479 ve Şebinkarahisar’da 21 bin 448, mübadele sonrası sürgün yollarında katledilen 50 bin kişi ile beraber toplam 353 bin 237 insanın Mustafa Kemal’in emri ile Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa ve çete reisi Topal Osman tarafından katledildi“ .

Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa’nın göstermelik yargılanması

Bu cinayet şebekesi Pontos’ta güpe gündüz ve misyon görevlileri önünde dahi acımasız tehcir, yani ölüm yürüyüşlerini , katliamlarını organize ediyorlardı. Elbette tüm bu yaşananlar saklanacak kadar küçük şeyler olmayınca Merkez Ordusu komutanı Sakallı Nurettin Paşa hakkında Koçgiri ve Pontos’da işlediği suçlardan dolayı 11 Agustos-4 Ekim 1921 yılında BMM’de gerçekleşen gizli oturum ile soruşturmaya başlatıldı. Baştan söylemek gerekirse aslında yapılan yargılamayla Sakallı Nurettin Paşa yaptığı suçlardan dolayı meclis nezdinde aklanmıştır. Kısaca o gün BMM gizli görüşmesinde konuşulanlara bakalım istiyorum


BMM gizli görüşmesinde Koçgiri’de , Pontos’da yaptığı katliamlar üzerine söz alıp konuşan oldu. Hatta Sakallı Nurettin Paşa’yı idam ile yargılanması dahi istendi. 11 Ağustos 1921 günü TBMM gizli oturumunda söz alan milletvekilleri (İsmail Şükrü Efendi, Osman Fevzi Efendi, Zekai Bey) Koçgiri’de yaşananların sorumluluğunun Nurettin Paşa’ya ait olduğunu söylediler. 14 Koçgiri’de yüzlerce insan sorgusuz sualsiz tutuklanıyor, teslim olanlar dahi kurşunlanıyorlardı. O gün mecliste öyle şeyler konuşuldu ki bugüne ışık tutucak tarzda konuşmalardı. Erzurum Mebusu Mustafa Durak Bey yaşananlar üzerine aynen şöyle der: “Memleketimizde yapılan mezalimi herkes duymalıdır. Çünkü efendiler, memlekette yapılan bütün felaket, bütün mezalim, bütün seyyiat (kötülükler) bunların milletten saklanmasından doğmaktadır.”( “http://www.mustafaarmagan.com.tr/ataturk-bir-pasayi-meclisin-elinden-nasil-kurtardi/” ) Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ise üstü örtülmeye çalışılsa da zulmün Avrupa kamuoyu tarafından bilindiği ve aleyhimize kullanıldığı kanaatindedir. Şunları ekler: “Bir adam görevini kötüye kullanmış, cezasını görsün.”

Erzincan Mebusu Fevzi Efendi ise daha da ileri gider ve Koçgiri’de halka yapılan mezalimin ancak Cengiz Han’ın ordusu […]tarafından işlenebileceğini dile getirir. Yakılan evler, ırzlarına saldırılan kadınlar, öldürülen çocuklar ve siviller. Söz alanlar dur durak bilmeden Nureddin Paşa’nın gaddarlığından söz eder. Bir imha hareketine girişildiğinden söz edenler bile çıkar. Daha sonra bu söylenenler BMM’nin tozlu raflarında unutulsa da milletvekili Emin Bey o günler de yapılanlar için öyle bir örnek veriyor ki kan donduran cinsinden “Efendiler, dünyanın hangi yerinde böyle bir harekât görülmüştür ki, babasını bir evladın eline bir ip, diğer evladın eline bir ip alarak çektirerek tam altı saat zarfında bu suretle feci bir şekilde öldürülmüştür?” (Bunu yapanların da Topal Osman’ın adamları olduğunu açıklar.) ( “http://www.mustafaarmagan.com.tr/ataturk-bir-pasayi-meclisin-elinden-nasil-kurtardi/”) 4 Ekim 1921 günü BMM gizli oturumunda ise bu kez Koçgiri’nin yanı sıra Pontoslu Rumlara yönelik uygulamalar gündeme getirildi ve tartışıldı. Milletvekillerinden bir kısmı yapılanlarda Nurettin Paşa’yı sorumlu tutarak görevden derhal alınmasını isterken, bazıları da Nurettin Paşa’nın asılmasını istediler. Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen Meclis, Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve muhakeme edilmesine karar verdi. Ayrıca Koçgiri ve Pontos ’İsyanları’nı yerinde incelemek için bir araştırma heyeti kurulmasını kararlaştırdı 15.


Elbette M. Kemal’in askeriydi, M. Kemal'de askerini nasıl ve savunduğunu ve ipten nasıl aldıklarını Nutuk’ta şöyle anlatıyor .’Nurettin Paşa, merkez mıntakasında bir seneye karip ifayi vazife etti. Fakat, salâhiyeti haricinde ahaliden bazılarının hukukuna tecavüz ettiği hakkında meb’usların vuku bulan şikâyetleri ve Dahiliye Vekâletinden istizahları ve Vekâletin de şikâyatı muhik görmesi üzerine, Meclîsin talebile Teşrinisani 1921 bidayetinde azledildi. Meclis, Nurettin Paşanın tahtı muhakemeye alınmasına karar verdi. Bu husus, benimle Heyeti Vekile arasında da bir meselenin hudusunu intaç etti. Ben, Nurettin Paşa hakkında tatbik olunması talep olunan muameleye iştirak etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benimle hemfikir oldu. İkimizle Heyeti Vekile aramda tahaddüe eden ihtilâf Meclisçe hali olundu. Mecliste Nurettin Paşayı müdafaa ettim. Ağır muameleye maruz kalmaktan kurtardım’’ 16.

Sakallı Nurettin Paşa 3. Maddeye yani ‘’Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılığın yapılması’’ suçlamasına yönelik ‘’izahlarının’’ bir bölümünde yaptıklarını aklamak için kadınlar ve yaşlılar üzerinden yaptığı açıklamalar Pontos katliamına ve tehcirine katılan Kemalist kadroların zihin yapısını ortaya koyuyor. Nurettin Paşa : ‘’Kadınlara gelince: Pontusculukla meşbu, erkeklerine fikren, bedenen, malen muavenet ettikleri hakikattir. Yataklık, muhbirlik, cinayete teşkar kadınlar da mahkemelere sevk edildiler. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır. Bu yüzden erkeklerle aynı şeyi yaptık. Çocuklarından da ayırmadık. İhtiyarlara gelince; Gümenez’de ihtiyardır diye sevk edilmeyen 65 yaşındaki bir Rum, Yunan torpidosuna bayrak sallamış, onlar da sandallarla sahile çıkmışlardır. Bafra’dan bir grup ahali kuvvetleriyle yetişmişler. İhtiyar Kel Nikola astırılmış ve düşman donanması def edilmiştir.’’ 17der. 

Şimdi ‘Rumlar bir yılandır, kadınlar ’da bunun zehridir’ diyen kendisi de Mustafa Kemal’in en sevdiği kadrolardan olan Nurettin Paşa’nın bu yaklaşımı ister istemez bizi bir sorgulamaya götürüyor. Çok zamandır bilerek ya da bilmeyerek yapılan bir yanlış ya da dezenformasyon olan İttihatçılar ile Kemalistler aynı değildir, aralarında çok fark vardır diyenler için, Kemalizm ile İttihat ve Terakki arasındaki ruh ikizliğini ortaya koyan Tamer Akçam’ın yeni kitabı olan Naim Efendinin hatıratı ve Talat Paşa telgrafları adlı eserinde 22 Eylül 1915 tarihli bir telgrafta Talat Paşa’nın çektiği iki telgrafa beraber bakalım : “Ermeniler için Türkiye arazisinde yaşamak, çalışmak gibi haklar tamamıyla kaldırılmış ve bu bâbda hükümet bütün mesuliyeti kabul ederek beşikteki çocuklarına varıncaya kadar bırakılmaması emrini.” 29 Eylül 1915’te Halep Vilayetine çektiği bir telgrafta ise : “Türkiye’de mevcut bütün Ermenilerin tamamen mahv ve imha edilmelerinin Cemiyetin emriyle Hükümetçe kararlaştırıldığı evvelce de bildirilmişti… Kadın, çocuk, sakat diye düşünülmeyerek imha önlemleri ne kadar feci olursa olsun, vicdani duygulara kapılmadan varlıklarına son verilecektir.” Kemalist kadro olan Nurettin Paşa’nın söylemlerine ve yaptıklarına bakıldığında, Ermeni soykırımının da başat rol almış İttihatçılar ve yine onların liderlerinden biri olan Talat Paşa ile arasında herhangi bir nüans farkı gören var mı? İttihat -Terakki ve M. Kemal ve arkadaşlarının dönemini bilerek karşılaştırmalı verdim ki M. Kemal dahi bir süreden sonra onlarla anılmamak için özenle vurgulamalar yapıyordu. Uzun vadeli planları bir kenara koyarsak gerçekler bize böyle olmadığını yukarıda dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Belirttiğim ve örneklediğim gibi Kemalizm ile İttihatçılık ruh ikizleridir, kardeştirler.


Bu sene Ermeni Soykırımı ile ilgili bir çıta daha aşıldı, Amerika Birleşik Devletleri Ermeni Soykırımını tanıdığını açıkça ifade etti. Geçmişte sistem partilerinin bir kısmı Ermeni soykırımına karşı Osmanlı devleti döneminde yapıldığı için daha esnek yaklaşıyor ve acılarınızı anlıyoruz gibisinden açıklamalar dahi yapıyorlardı. Bu yaklaşım ABD’nin Ermeni soykırımını tanımasının ardından değişti. HDP hariç sistemin tüm partileri soykırım inkarında bir araya gelerek ABD’yi protesto eden bir metnin altına imza attılar. Yukarıda söylemeye çalıştığım gibi mesele Türk dışındaki halk ve inançlar olunca ve onlara karşı soykırım söz konusu olunca yüzyıl önce nasıl bir arada iş yapma yetenekleri en üst seviyeye çıkmışsa, bugün de atalarının yaptıkları soykırımı inkâr meselesinde de en üst seviye de bir araya gelmiş durumdalar.


Şimdi biz halklar bir kere daha bir seçim ile karşı karşıyayız, bugün söz konusu olan sadece geçmişte yaşadığımız soykırımların inkârı değil bu soykırım sürecini daha derinleştirerek geleceğe taşıma arzusudur. Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşı da öyle görmek gerekiyor, Karabağ, Rojava, Libya’ya bu yayılmacı ve soykırımcı sürece dahil görmek gerekiyor. Hatta yarın bu durum Kıbrıs ya da Yunanistan Trakya'sına kimse şaşırmasın. Yüzyıl önce halklara karşı bir araya gelen klik bugün de bir araya gelmiş durumda, yeni soykırım hedeflerinin ilk mevziisi Kürtler olduğunu görüyoruz. Halkların bu mevziisi dağıtılırsa neler olabileceğini tahmin bile edemiyorum ve kimse bu yüzyılda soykırım mı olur demesin, yüzylı soykırımımızın sadece kayıtlarını tutup onca zulüm ve katliamı seyreden Emperyalist güçler bugün de bir benzerini yapmaktan asla imtina etmezler, bu vesileyle bir kere daha bu uyarıyı yapmış olayım.Türkiye soykırımcı sistemine karşı uluslararası güçlerden beklenti içerisinde olup sessizce kaderimize razı olursak yüz yil önce yaşadıklarımızı bugün de yaşayacağımızı herkese garanti edebilirim. Ayasofya’ya yapılanları iğrenç televizyon şovları ile hep beraber izledik, ya da diğer tarihi kiliselere ve bizler için maneviyatı yüksek olan diğer mekanlara da neler yaptıklarını gördük. Bu mekanlara böyle davrananlar, ellerine imkân geçtiğinde halklara neler yapabileceğini geçmişte tecrübe ettik, o sebep ile bölge halklarının bu vahşi ve ne yapacağı belli olmayan devlet aygıtına karşı ortak mücadele alanı oluşturmaları gerekmektedir


Biz Hala Buradayız I Είμαστε Ακόμα Εδώ


“Biz sizi ne dost ne de komşu sayıyoruz. Biz sizi kardeş sayıyoruz. Dünyada Müslüman inancına sahip ve Kuran’a inanan milyonlarca insan var. Yine dünyada Hristiyan inancına sahip ve İncil’e inanan milyonlarca insan var. Ama dünyada sadece biz kemençeyi seviyor, kemençe ile oynuyor ve kemençe ile mezara gidiyoruz”


Yüzyıl önce yaşadığımız soykırım sonrası Pontos Helenleri olarak bizler uzun bir sessizliğe bürünmüştük. Sessizliğimizi neredeyse yüz yıl sonra bozabildik. Bu uzun sessizliğin temel nedenlerinden bir tanesi yaşadıkları soykırımının faili içerisinde yaşadıkları Türkiye Cumhuriyeti olmasından dolayıydı. Ermeni ve Süryani soykırımları Cumhuriyet dönemi öncesinde Osmanlı devleti döneminde gerçekleşmişti ve en nihayetinde sorumlular Osmanlı devleti ve yöneticileriydi, o yüzden bu konuda Cumhuriyet yöneticileri sıkıştıklarında sorumluluğu Osmanlı devletinin üzerine atıp sorumluluktan kurtulabiliyorlardı. Oysa Pontos’ta biz Helenlerin yaşadığı soykırım ve tehcirin sorumluları hala aktif durumdaydılar. Hatta içerisinde yaşamlarını sürdürdükleri Cumhuriyetin kurucusu ve yöneticileriydiler. Bu durumdan dolayı biz Pontoslu Helenlere hiçbir şekilde taviz veremezlerdi, taviz vermek demek içerisinde yaşadığımız Cumhuriyetin kurucularının, yöneticilerinin yargılanması anlamına gelirdi çünkü Türkiye Cumhuriyeti biz Pontoslu Helenlerin canı ve malı üzerinden yükselmişti. Bu durum 90’lı yılların sonlarına kadar böyle devam etti fakat yine baskı, otoriterleşmenin ve halklara karşı baskının yoğun olduğu dönemler geri gelse de yüzyıl önce mübadele anlaşması gereği Pontos’u terk etmek zorunda kalan Helenler ile biz geride kalan Müslümanlaştırılmış Helenler yüzyıl aradan sonra tekrar bir araya gelmeye ve birlikte çok değerli yüzleşme çalışmalarına imza attık.


Elbette bir isim var ki tüm bu ilişkilerin kurulmasında kilit öneme sahipti. Bütün yaşananlara rağmen Türk-Yunan kardeşliğine ve yüzleşmeye ömrünü vakfeden, Yunanistan’da doğmasına, Almanya’da okumasına rağmen aklı ve fikri ata toprakları olan Karadeniz’de, Pontos’ta olan, 60lı yıllardan beri Türkiye’de istenmeyen adam ilan edilinceye kadar tam 52 sefer Türkiye’ye gelen,1991-1992 yılında, “Tamama, Pontus’un Yitik Kızı” adlı kitabı Abdi İpekçi ödülüne layık görülen, Kitabı Yeşim Ustaoğlu tarafından “Bulutları Beklerken” adıyla sinema filmine çevrilen Yorgo Andreadis’i de asla unutmamak gerekir. Andreadis soykırım yılları, tehcir ve mübadele zamanı ve sonrası yaşananları yazdığı 22 kitapla hepimize anlattı. Pontos soykırımı, tehcir ve mübadele konusunda düşmanlaştırmaya gitmeden yüzleşme çabası Müslümanlaştırılmış Pontoslu Helenler olarak hepimize ilham kaynağı olmuş, yaşadığımız zifiri karanlığı aydınlatan fener olmuştur. Yarattığı sinerji boşa değildi, onun kaldığı yerden Müslümanlaştırılmış olan biz Pontoslu Helenler olarak onun ömrüne mal olan bayrağı devraldık. İlk olarak Ömer Asan 1996 senesinde Pontos Kültürü adlı kitabı yayınladı ve yayınlandığı dönemde oldukça ses getirdi. Yine Pontos Helenizm'i konusunda araştırmacı yazar Sait Çetinoğlu'nda birçok anlamlı makaleye imza atarken yine kendisinin de destek verdiği kitaplar yayınlandı. Yine Müslümanlaştırılmış bir Helen olan araştırmacı yazar Tamer Çilingir Pontos Gerçeği adlı kitabını yayınladı. Vahit Tursun Pontos Helenlerinin dili plan Pontiaka/Romeika üzerine uzun süre çalıştıktan sonra Pontiaka/Romeika-Türkçe sözlük yayınladı. Tarihçi Zeynep Türkyılmaz’da Pontos Helenizm'i konusunda çeşitli çalışmalara imza attı. Elbette Belge yayınları, Pencere yayınları ve Hayamola yayınlarını da unutmamak gerekir. Helenlere ait birçok eseri Türkçe ’ye kazandıran çeviren Attila Tuygan’ı da unutmamak gerekir. Müslümanlaştırılmış Rumların yüzleşmelerinde bu yayınevlerinin ve emekçilerinin çok büyük katkıları vardır. Sonra Müslümanlaştırılmış Helenler için bir milat sayılabilecek Pontos Soykırım Ankara konferansı (2016)gerçekleştirildi. Yine çeşitli dil çalıştayları, paneller gerçekleştik. Tüm bu süreçler müzisyen ve sanatçıları da etkiledi ve başta Adem Ekiz, Apolas Lermi, Merve Tanrıkulu başta olmak üzere Pontiaka/ Romeika şarkılar, türküler söylenmeye başlandı. Çeşitli Sosyal medya platformlarından Pontiaka/Romeika dersler verilmeye başlandı.


Köklerimiz vatanımız olan Pontos’un ta derinliklerinde, binlerce defa biçilmemize, katliam, tehcir, soykırıma uğratılmamıza rağmen yüzyıl sonra yine köklerimiz üzerinden yeşermeye, fidan vermeye başladık. Soykırımcılar yüzyıl sonra kendi dilimizde söylediğimiz şarkılarımızı, türkülerimizi, ağıtlarımızı duymaya başladılar. Onların niyeti yüzyıl önce tüm varlığımızı bir daha vücut bulmamak üzerine yok etmekti, böylece yaptıkları soykırımdan tam olarak sonuç alacaklardı. Tam yüz yıl aradan sonra yok edildiği zannedilen, kurutulduğu düşünülen köklerimiz bizi geçmişin maneviyatıyla besleyerek bu günlere hazırladı. Evet doğrudur belki çokça yıprandık, belki büyük yaralar aldık, çok kan kaybettik ama bir yüz yılımıza mal olsa da yine ayaklarımız üzerine doğrulduk ve soykırımcılara inat biz hala buradayız ve hep de burada olmaya devam edeceğiz. Soykırımımızın 102. Yıldönümünde Türkiye devletine herhangi bir çağrıda bulunmayacağım çünkü soykırım dinamiği hala devredeyken bizim çağrılarımızı duyacaklarına inanmıyorum. Benim çağrım halklara ve halklar adına mücadele yürüten güçlere olacak.19 Mayıs Bayram değildir, yaşadığımız soykırımın yıl dönümüdür. Dostlarımıza bu vesileyle bir kere daha sesleniyoruz soykırımcılar ile, sahte bayramlara değil acımıza ortak olun.


Son olarak soykırım yıllarında kıt imkanlarına rağmen ve hayatlarını hiçe sayarak halkımızı korumak için Nebiyan’da, Santa’da ve Pontos’un diğer tüm alanlarında mücadele eden savaşan ve bu uğurda ölümsüzleşen tüm partizanlarımızı saygı ve minnetle anıyorum. Önce gerçekler asılır ve yok edilir derler bu anlamıyla gerçekleştirecekleri soykırım kamuoyuna taşınmasın, geleceğe aktarılmasın diye Amasya’da kurulan istiklal mahkemelerinin sahte yargılamalar ile idam edilen Pontos’un en aydınlık yüzlerini yine saygı ve minnetle anıyorum. Soykırım sürecinin tamamında katledilen 353. 000 canımızı da saygı ve minnetle anarken yaşadığımız soykırımın hesabını soruncaya ve yüzleşme sağlanıncaya kadar bir kere daha mücadele etme sözümü yineliyorum


….............
1) https://www.indyturk.com/node/235651/t%C3%BCrkiyeden-sesler/ii-abd%C3%BClhamitten-ittihat-ve-terakkiye%E2%80%A6-yenilgiler-tarihi-h%C4%B1zland%C4%B1r%C4%B1yor
2) Eşref Kuşçubaşı, anılarında bu top­lantıların Mayıs, Haziran ve Ağustos 1914 tarihlerinde de de­vam ettiğini söyler. Toplantılara, İttihat ve Terakki Partisinin Anadolu’daki “mutemet… değerli, fedakâr, vatansever unsurla­rı” da “birer vesile ile İstanbul’a çağrıl(arak) dahil edilmişlerdir. Önemli olan bu toplantılardan, kabineye dahil bazı zevatın bi­le malumatı olmamasıydı Cemal Kutay, Birinci Dünya… s 18’den aktaran Taner Akçam, İnsan Hakları…s 187
3) https://hyetert.org/2014/09/08/teskilat-i-mahsusa-2/?fbclid=IwAR21FQKbVbCfUR_kOyR22sVCQXCa8dzSneOTDkEKA_QQruJ1HJ8CmTD1r7g
4) https://barisicinaktivite.org/amp/pontos-rumlari-adim-adim-nasil-soykirimina-ugratildi-konstantin-fotiadis/
5) https://www.uludagsozluk.com/k/samsun-i%C3%A7in-vize-veren-ingiliz-subay%C4%B1n-ses-kayd%C4%B1/
6) http://www.mustafaarmagan.com.tr/mustafa-kemal-samsuna-kacarak-mi-gitti/
7) http://yakintarihimiz.org/paradigmanin-iflasi-doc-dr-fikret-baskaya.html
8) http://yakintarihimiz.org/paradigmanin-iflasi-doc-dr-fikret-baskaya.html
9) http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/70/cagimizin-bir-baska-kahramani-topal-osman#.V_II54-LSUk
10) İfade, Mart 2021'de Pontia Naoussa Siyah Kulübü'nün uluslararası konferansında yaptığı konuşmada Sait Tsetinoglou tarafından iletildi. Kaynak: Şakir Sarıbayraktaroğlu, M. (1975). Osman Ağa ve Giresun Uşakları Konuşuyor. : Stanbul: Fiskobirlik.
11) https://en.wikipedia.org/wiki/Nureddin_Pasha
12) Kâzım Karabekir , İttihat ve Terakki Cemiyeti , Emre Yayınları, 1982, s. 180.
13) T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları,Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, s. 32.(Türkçe)
14 ) TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 204, 205
15) TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 252-287
16) Nutuk, Cilt II, 1920-1927, Mustafa Kemal, Sayfa 612
17) İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 275












8 Mayıs 2021 Cumartesi

BİZ DEĞİL 19 MAYIS 1919 PONTOS SOYKIRIMI TARİHİNİ SEÇEN MUSTAFA KEMAL ARKADAŞLARIDIR.

 Yannis Vasilis Yaylali 


Nasıl ki Guernica katliamından kaynaklı Picasso'yu suçlamak saçma olacaksa , kalkıp 19 mayis 1919 tarihi için de Pontos soykırımına maruz kalkmış olan ataları için, ruhları huzara kavuşsun diye mücadele yürüten torunlarını suçlamak abesle iştigaldir. Picasso' nun katılımcıları kastederek verdiği cevabı aynen söylemek gerekirse bu tarihi biz değil 'siz yaptınız'....


Şimdi bazı Kesimler sık sık 19 mayıs’ı bilinçli seçdiğimizi ve sözde ‘Kurtuluş savaşı’nı gölgelemek için böyle yaptığımızı belirtiyorlar. 19 mayıs’ı seçen bizler değiliz.İngilizlerin ve Istanbul hükümetinin himayesinde Samsun’a çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır. Çıkar çıkmaz Pontos köy ve şehirlerini yağmalayan Topal Osman çetesiyle buluşan ve yaptıklarını engellemek bir tarafa az dahi bulduğu için Merkez Ordusunu oluşturan, başına katliamcı Sakallı Nurettin’i atayan da kendisidir.

Yani Osmanlı ile halkımıza karşı başlayan, Ittihatçı çeteler ile devam eden soykırımı bir program doğrultusunda yöneten ve soykırımı nihayete ulaştıran kişi Mustafa Kemal’den başkası değildir.Tüm bu işleri yapmak ve organize etmek için ise Samsun’a, Pontos’a çıktığı tarih 19 mayıs’tır.

Şimdi size Ispanya’dan daha zihin açıcı bir örnek vermek istiyorum. Guernica’yı bilmeyen yok gibidir Pablo Picasso tarafından 1937’de yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na ait 28 bombardıman uçağının 26 Nisan 1937’de İspanya’daki Guernica şehrini bombalamasını anlatan, anıtsal tablodur.

Bu tablo yapıldıktan sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altında olan Paris’teki evini incelemeye gelen Nazi subayı, Guernica’nın fotoğrafını inceldikten sonra Picasso’ya dönüp “Bunu sen mi yaptın?” diye sordu. Picasso’nun cevabı “Hayır, siz yaptınız.” demişti. Gerçekten de öyleydi Picasso sanatıyla sadece orada yaşananları aktarmıştı ama O katliamı Naziler yapmıştı.

Şimdi Pontos’a, Samsun’a Mustafa Kemal ve arkadaşlarına dönecek olursak yüz yıl önce Biz değil ,19 mayıs 1919 tarihin de Samsun’a Pontos Soykırımı planıyla çıkıp, soykırımı bir program düzeyinde gerçekleştirenler bu tarihi seçmiştir. Biz bu gerçeğe olduğu gibi sadık kalıp, dilimiz döndüğünce kamuoyuna taşımaya çalışıyoruz. Nasıl ki Guernica katliamından kaynaklı Picasso’yu suçlamak saçma olacaksa , kalkıp 19 mayis 1919 tarihi için de Pontos soykırımına maruz kalkmış olan ataları için, ruhları huzara kavuşsun diye mücadele yürüten torunlarını suçlamak abesle iştigaldir. Picasso’ nun katılımcıları kastederek verdiği cevabı aynen söylemek gerekirse bu tarihi biz değil ‘siz yaptınız’….

19 Mayis 2019

Kaynak:

7 Mayıs 2021 Cuma

Το εγχείρημα του κοινωνιολόγου Μερτ Καγιά να αντιπαρατεθεί με τις πεποιθήσεις του, έγινε βιβλίο πρώτα στην Τουρκία και στη συνέχεια στην Ελλάδα.

Συνέντευξη : Ο Γιάννης Βασίλης Γιαγιάλι


Η γενοκτονία που έζησαν πριν από έναν αιώνα οι Έλληνες του Πόντου σκεπάστηκε με μια μακρά σιωπή. Σχεδόν εκατό χρόνια μετά οι σιωπές έσπασαν. Μια από τις βασικές αιτίες αυτής της σιωπής  οφείλεται στο γεγονός ότι μεταξύ των συντελεστών της γενοκτονίας που βίωσαν οι Έλληνες, ήταν και η Δημοκρατία της Τουρκίας.

Οι γενοκτονίες των Αρμενίων και των Ασσυρίων πραγματοποιήθηκαν πριν  από την εγκαθίδρυση της Τουρκικής Δημοκρατίας, δηλαδή την εποχή της Οθωμανικής αυτοκρατορίας  και   τελικά  υπεύθυνοι ήταν το οθωμανικό κράτος και οι διαχειριστές του. Ως εκ τούτου στο  θέμα αυτό, οι αξιωματούχοι της Τουρκικής Δημοκρατίας  θα μπορούσαν ρίχνοντας την ευθύνη στο οθωμανικό κράτος  να απαλλαγούν από το βάρος. Ενώ για τη γενοκτονία και τις απελάσεις που υπέστη ο ελληνικός λαός στον Πόντο,  υπεύθυνοι ήταν οι ιδρυτές και διαχειριστές του σύγχρονου Τουρκικού Κράτους. Οι  επιζήσαντες Έλληνες  λόγω  της συμφωνίας Ανταλλαγής  έναν αιώνα πριν, αναγκάστηκαν να εγκαταλείψουν τον Πόντο  και  όσοι έμειναν εξισλαμίστηκαν.

Εξ αιτίας όλων αυτών των γεγονότων, οι ιδρυτές της Δημοκρατίας μέσα στην οποία ζούμε με κανέναν τρόπο δεν μπορούσαν να κάνουν υποχωρήσεις προς τον ελληνικό λαό του Πόντου, γιατί κάνοντας υποχωρήσεις θα σήμαινε ότι οι κυβερνώντες θα έπρεπε  να κριθούν, μιας και το σύγχρονο τουρκικό κράτος οικειοποιήθηκε τις περιουσίες των Ελλήνων. 

Αυτή η κατάσταση της σιωπής  επικρατούσε  έτσι μέχρι το τέλος της δεκαετίας του '90, παρόλο  που  οι περίοδοι   αυταρχισμού και έντονης καταπίεσης των λαών παρήλθαν . Έναν αιώνα μετά, οι πληθυσμοί που διαχωρίστηκαν λόγω των βίαιων γεγονότων ξανασυναντιώνται και πραγματοποιούν μαζί αξιόλογες διεργασίες προσέγγισης του ζητήματος. Φυσικά, για την  δημιουργία όλων αυτών των σχέσεων, υπάρχει ένα όνομα που ήταν το κλειδί για όλα αυτά. Ο Γιώργος Ανδρεάδης, ο οποίος παρόλα τα γεγονότα  που βίωσε,   αφιέρωσε όλη τη ζωή του στην ελληνο-τουρκική αδελφοσύνη και προσέγγιση. Αν και γεννήθηκε στην Ελλάδα και σπούδασε στη Γερμανία,  το μυαλό και η σκέψη του ήταν στην προγονική του γη, τη Μαύρη Θάλασσα, στον Πόντο.  Από τη δεκαετία του ’60 και μέχρι να ανακηρυχθεί ανεπιθύμητος «persona non grata» για την Τουρκία,  είχε επισκεφθεί   την Τουρκία  52 φορές ακριβώς. Την περίοδο 1991-1992, το βιβλίο του «Ταμάμα, Η χαμένη κόρη του Πόντου» τιμήθηκε με το βραβείο Αμπντί Ιπεκτσί. Το βιβλίο  μεταφέρθηκε στον κινηματογράφο  από τον Γεσίμ Ουστάογλου (Yeşim Ustaoğlu)  με την ταινία που είχε τίτλο   «Περιμένοντας τα σύννεφα». 

Ο Γιώργος Ανδρεάδης 

Δεν πρέπει ποτέ να ξεχνάμε τον Γιώργο Ανδρεάδη.  Ο Ανδρεάδης, με τα 22 βιβλία που έγραψε, εξιστόρισε σε όλους μας  τα χρόνια της γενοκτονίας, τον καιρό της απέλασης και της ανταλλαγής, και για ό,τι συνέβη στη συνέχεια.  Με την προσπάθεια του να αντιμετώπισει  χωρίς  εχθρότητες  τη  γενοκτονία του Πόντου, την απέλαση  και την  ανταλλαγή, για τους εξισλαμισμένους  Ελλήνες του Πόντου, για όλους εμάς ήταν πηγή έμπνευσης,  ήταν το φανάρι που φώτιζε το μαύρο σκοτάδι  μέσα στο οποίο ζούσαμε.  Η συνέργεια που δημιουργήθηκε δεν πήγε χαμένη…  Εμείς  οι εξισλαμισμένοι Έλληνες του Πόντου, αναλάβαμε τη «σημαία» όλων αυτών των προσπαθειών του, στις οποίες αφιέρωσε τη ζωή του.

Κατ΄αρχήν επηρέασε αρκετά την κατάσταση  ο Ομέρ Ασάν  όταν το 1996  δημοσίευσε το βιβλίο του «Ο πολιτισμός του Πόντου» (Pontos Kültürü). Και στη συνέχεια ο Σαϊτ Τσετίνογλου (Sait Çetinoğlu), ερευνητής και συγγραφέας έγραψε πολλά σημαντικά άρθρα σχετικά με το θέμα του Ελληνισμού του Πόντου, δημοσίευσε πολλά ουσιαστικά κείμενα. Επίσης, εκδόθηκαν  βιβλία που ο ίδιος υποστήριξε. 

Ο Ταμέρ Τσιλιγκίρ (Tamer Çilingir) δημοσίευσε το βιβλίο του «Η Αλήθεια στον Πόντο και τι συνέβη μεταξύ των ετών 1914- 1923». Ο Βαχίτ Τουρσούν (Vahit Tursun) δημοσίευσε - μετά από  μακρόχρονη εργασία-  το λεξικό Ποντιακά/ Ρωμέικα - Τουρκικά βασισμένο πάνω  στη γλώσσα των Ελλήνων του Πόντου. 

Η ιστορικός Ζεϋνέπ Τουρκγιλμάζ (Zeynep Türkyılmaz) πραγματοποίησε διάφορες μελέτες σχετικά με τον Ελληνισμό του Πόντου. Φυσικά, δεν πρέπει να λησμονούμε και τις δημοσιεύσεις εγγράφων, τις δημοσιεύσεις σε παράθυρα στο διαδίκτυο  και τις εκδόσεις  του εκδοτικού οίκου Heyamola. Δεν πρέπει να ξεχνάμε τον Αττίλα Τουιγκάν (Attilla Tuygan), ο οποίος μετέφρασε πολλά έργα σχετικά με τους Έλληνες στα Τουρκικά. 

Αυτοί οι εκδοτικοί οίκοι και αυτοί οι εργάτες βοήθησαν  σημαντικά στην  στην προσέγγιση του ζητήματος των εξισλαμισθέντων Ελλήνων. Στη συνέχεια, το 2016 πραγματοποιήθηκε στην Άγκυρα ένα συνέδριο για τη Γενοκτονία του Πόντου, το οποίο μπορεί να θεωρηθεί ορόσημο για τους εξισλαμισμένους Έλληνες. Εκεί σε διάφορα πάνελ πραγματοποιήθηκαν και πάλι  εργαστήρια  για τη γλώσσα. Επίσης όλες αυτές οι διεργασίες επηρέασαν μουσικούς και καλλιτέχνες,  και ειδικότερα οι Αντέμ Εκίζ (Adem Ekiz), Απόλας Λέρμι (Apolas Lermi), συμπεριλαμβανομένης και της Μερβέ Τανρίκουλου (Merve Tanrıkulu) άρχισαν να τραγουδούν Ποντιακά / Ρωμέικα και λαϊκά τραγούδια. Άρχισαν να γίνονται μαθήματα για Ποντιακά / Ρωμέικα μέσα από διάφορες πλατφόρμες κοινωνικών μέσων.

Όλες αυτές οι διεργασίες και οι προσπάθειες ενεργοποίησαν δύο πληθυσμιακές ομάδες: Η πρώτη ομάδα ήταν οι απόγονοι των εξισλαμισμένων Ελλήνων, οι οποίοι μετά από όλες αυτές τις προσπάθειες αναθάρρησαν. Αυτός είναι ο λόγος για τον οποίο πολλοί άρχισαν να ρωτούν και να αναλαμβάνουν δράση και να αναζητούν τις ρίζες τους. Αυτές οι αναζητήσεις μερικές φορές δεν απέδωσαν αποτελέσματα. Ενώ κάποιες άλλες φορές οικογένειες που πριν από έναν αιώνα χωρίστηκαν μεταξύ τους, ενώθηκαν μετά από μακρές αναζητήσεις. Καθώς μαθεύτηκαν αυτές τις εμπειρίες τους, κινητοποιήθηκαν ακόμα περισσότεροι άνθρωποι για να βρουν τις οικογένειές τους. Η δεύτερη πληθυσμιακή ομάδα, προερχόταν από εκείνους που έστησαν τις ζωές τους πάνω στην απουσία των Ελλήνων του Πόντου. Η ομάδα αυτή ανέλαβε δράση. Ξεκίνησαν διώξεις για πολλές έρευνες ακτιβιστών και επιπλέον υπήρξαν και εκείνοι που οδηγήθηκαν στα δικαστήρια, ακόμη και στις φυλακές. Αλλά δεν μπόρεσαν να αποτρέψουν τους πρώτους από τις ερωτήσεις που έθεταν και από τις απαντήσεις που αναζητούσαν για αυτές.

Ο κοινωνιολόγος Ομέρ Καγιά, ο οποίος ορίζει τον εαυτό του ως έναν εξισλαμισμένο Έλληνα, παρακολουθώντας τη μοίρα της οικογένειάς του που είναι Έλληνες του Πόντου, υπογράφει  μια μελέτη όπου αναφέρει:  «Θα συνεχίσω να γράφω και να μεταφέρω την ιστορική εμπειρία. Επειδή καθώς γράφω , οι άνθρωποι βλέπουν ότι δεν είναι μόνοι τους και αντέχουν. Αυτές οι ιστορίες, που δεν βλάπτουν κανέναν, χαλαρώνουν αυτούς που τις κατέχουν καθώς τις αφηγούνται. Η διαδικασία αντιπαράθεσης δεν είναι εύκολη αλλά είναι μια διαδικασία. Και κάθε διαδικασία τελειώνει. Αυτή η ισχυρή επίδραση της μνήμης  σε όσους βρίσκονται σε αδιέξοδο,  η δύναμη ανάκλησης και ανάδυσης αυτής της μνήμης μπορεί να κινήσει και βουνά. Δημιουργεί την ευκαιρία να μπορείς να κλάψεις για τον πόνο των άλλων. Νομίζω ότι δίνει δυνατότητα να κατανοήσουμε τον πόνο του άλλου».

Μιλήσαμε με τον κοινωνιολόγο Μέρτ Καγιά για το βιβλίο του, το οποίο είναι  και  η μεταπτυχιακή διατριβή του, και το οποίο εκδόθηκε πρώτα στα τουρκικά και μεταφράστηκε μετά στα ελληνικά.  

Αγαπητέ Μερτ Καγιά, πριν ξεκινήσουμε τις ερωτήσεις  μπορούμε να σας γνωρίσουμε;  Ποιος είναι ο Μερτ Καγιά, πού ζει σήμερα και με τί ασχολείται;

Γεια σας, είμαι ο Μερτ Καγιά. Γεννήθηκα στο Σμύρνη. Αποφοίτησα από Τμήμα Κοινωνιολογίας του ODTÜ (Orta Doğu Teknik Universitesi - Τεχνικό Πανεπιστήμιο της Μέσης Ανατολής). Στη συνέχεια, με τη διατριβή μου με τίτλο «Ο εξισλαμισμός των Ελλήνων της Ανατολής μεταξύ 1919-1925: Μια ιστορία μνήμης», ολοκλήρωσα το μεταπτυχιακό μου στο τμήμα Πολιτιστικών  Σπουδών και Μέσων Μαζικής Ενημέρωσης στο Πανεπιστήμιο του Hacettepe. Είμαι στη διαδικασία που κάνω διδακτορική  διατριβή  στο τμήμα Επιστημών Επικοινωνίας του ίδιου πανεπιστημίου. Στόχος μου είναι μέσα απο τις μνήμες των εξισλαμισμένων Ελλλήνων να τους οδηγήσω στην αναζήτηση της ταυτότητάς τους. Για μια περίοδο, για 5 χρόνια περίπου, ανέλαβα διάφορα καθήκοντα σε μια ΜΚΟ  που έκανε εργασίες σχετικά με πρόσφυγες. Αυτή τη στιγμή εργάζομαι ως ειδικός σε ένα ίδρυμα που δραστηριοποιείται στον τομέα της πολιτιστικής κληρονομιάς. Εξακολουθώ να ζω στη Σμύρνη.

Μερτ, πρώτα απ όλα, αν πρέπει να ρωτήσω για ποιόν λόγο η διδακτορική/μεταπτυχιακή εργασία σας  έγινε   βιβλίο, θα ήθελα να το ρωτήσω  για εκείνους που δεν έχουν διαβάσει το βιβλίο σας: Ποιο είναι το θέμα της διατριβής σας και τί σας ώθησε να επιλέξετε αυτό θέμα. Μπορείτε να μας εξηγήσετε εν συντομία;

Μερτ Καγιά
Αυτή είναι μια μεγάλη ιστορία, φυσικά. Το αντικείμενο της διατριβής μου δεν είναι ένα θέμα που έχει προηγουμένως αντιμετωπιστεί σε ιστορικό πλαίσιο. Το ότι για όλους αυτούς που απελάθηκαν με την ανταλλαγή, έχουν  δόθεί πληροφορίες, δεν είναι και πολύ ξεκάθαρο. Ως εκ τούτου, νομίζω ότι τραβάει την προσοχή. Στα τουρκικά  βγήκε το 2019, ενώ στα ελληνικά επειδή καθυστέρησε και για λόγους μετάφρασης και γραφικών και για λόγους covid, κυκλοφόρησε το 2021 . 

Στο πλαίσιο της ιδέας της  Εθνικής Αφύπνισης  του Miroslav Hroch,  το θέμα  καταπιάνεται με  τις ιστορίες και τις  μνήμες των  Ελλήνων εκείνων που δεν μπόρεσαν να πάνε στην Ελλάδα κατά τη διαδικασία ανταλλαγής, έμειναν στην Ανατολία και με τον καιρό εξισλαμίστηκαν.   Ξεκίνησα αυτή τη δουλειά με βάση τη δική μου οικογενειακή ιστορία. Αυτή  η φωτιά άναψε πριν από χρόνια, όταν ένας συγγενής μου πήγε στην Ελλάδα. Προηγουμένως δεν μπορούσα να βρω απαντήσεις στις ερωτήσεις μου. Τις ερωτήσεις που έθετα τις προσπερνούσαν. Είχα συγγενείς στην Ελλάδα, αλλά δεν υπήρχε καμία εξήγηση για το γιατί ήταν εκεί ή για το ποιοί ήταν. Είχα γαλουχηθεί με μια εθνικιστική αντίληψη της ιστορίας, άρχισα να αμφισβητώ την κατάσταση. Η οικογένειά μου ήταν από το  Μπιτλίς, πώς  μπορούσε να εξακριβωθεί το πώς πήγαν στην Ελλάδα; Το ενδιαφέρον μου μεγάλωσε στα χρόνια του γυμνασίου και του πανεπιστημίου. Κατά τη διάρκεια των πανεπιστημιακών μου χρόνων, άρχισα να μελετώ και να κάνω έρευνα για τα δικαιώματα των εθνοτικών μειονοτήτων. Οι ερωτήσεις μου πολλαπλασιάζονταν. Τελικά, μπόρεσα να βρω τις απαντήσεις στις ερωτήσεις μου. Ο συγγενής μου, που πήγε στην Ελλάδα χρόνια πριν, με κάλεσε και είπε ότι θα μου τα πει όλα.Κατά τη διάρκεια της περιόδου ανταλλαγής, ο παππούς μας Ισαάκ ζούσε με την οικογένειά του στο χωριό Αϊντογντού (Aydoğdu) στην περιοχή Βεζίρκιοπρού (Vezirköprü) της επαρχίας της Σαμψούντας. Ήταν Έλληνες. Όταν αποφασίστηκε η ανταλλαγή, λόγω του πολυσύχναστου λιμανιού της Μπάφρας, εξορίστηκαν στην ανατολική περιοχή. Ο πατέρας τους είχε πεθάνει πιο νωρίς.  Αυτοί που εξορίστηκαν στο Μπιτλίς ήταν μια μεγάλη ομάδα. Εγκαταστάθηκαν προσωρινά σε ένα  Αρμενικό χωριό που είχε εκκενωθεί. Τον  παππού μου Ισαάκ, σαν τον  μεγαλύτερο  άντρα του σπιτιού (12 ετών), τον έστειλαν σε με μια κουρδική οικογένεια για να εργαστεί εκεί και να φέρνει τρόφιμα στην οικογένειά του. Αφού έμεινε εκεί για κάποιο χρονικό διάστημα, οι χωροφύλακες ήρθαν και τους είπαν ότι θα εξοριστούν στο Χαλέπι. Η μητέρα του Αναστασία είπε στους χωροφύλακες για το σπίτι όπου έμενε ο γιός της και πήγαν να τον πάρουν. Όταν ο παππούς μου είδε τους στρατιώτες, φοβήθηκε και το έσκασε και δεν μπόρεσαν να τον βρουν. Όταν οι στρατιώτες δεν μπόρεσαν να βρουν τον παππού μου, νόμιζαν ότι είχαν εξαπατηθεί, και ανάγκασαν την ομάδα να γυρίσει πίσω στον τόπο  εξορίας και να τραβήξουν τον δρόμο τους, και ο παππούς μου έμεινε με αυτήν την κουρδική οικογένεια. Η κουρδική οικογένεια υιοθέτησε τον παππού μου και τον μεγάλωσε ως μέλος της οικογένειας.

Τη δεκαετία του 1960, ο Ιωάννης, ο μικρότερος αδερφός του παππού μου Ισαάκ, εκπληρώνοντας τη θέληση της μητέρας του, έρχεται στο Μπιτλίς για να  βρει τον αδερφό του. Στο τέλος μιας μικρής έρευνας, οι άνθρωποι που ρώτησε λόγω της ομοιότητάς  μεταξύ τους, πίστεψαν ότι ο παππούς μου Ισαάκ μπορεί να είναι ο αδερφός του Ιωάννη και έφεραν τα αδέλφια σε επικοινωνία. Μετά από 40 χρόνια, τα αδέλφια που είχαν ζήσει εντελώς διαφορετικές ζωές, συναντήθηκαν. Ο μεγάλος θείος μου ο Ιωάννης  έμεινε για ένα διάστημα στο Μπιτλίς. Μετά, ένας γείτονας  έκανε  καταγγελία ότι «ήρθε ένας ξένος» και οι χωροφύλακες τον στείλανε στην Κωνσταντινούπολη και από εκεί στην Ελλάδα.   Αλλά η επικοινωνία μεταξύ των αδελφών είχε πια αρχίσει. Αντάλλαξαν  επιστολές, αλλά δεν έγινε καμία αναφορά σε αυτή την κατάσταση. Ο παππούς μου ο Ισαάκ προειδοποίησε τα παιδιά του και τη γυναίκα του, και αυτή η ιστορία κρατήθηκε μυστική. Ο παππούς μου για οικονομικούς λόγους και λόγω κοινωνικής πίεσης χρειάστηκε να πάρει οικογένειά του και να πάει στη Σμύρνη. Στη δεκαετία του '80, όταν άρχισε να αρρωσταίνει, ο αδερφός του Ιωάννης ήρθε και πάλι να τον επισκεφτεί. Τα παιδιά επειδή πλέον είχαν μεγαλώσει αντιλαμβάνονταν  τώρα την κατάσταση. Πήραν τον θείο τους και τον ξενάγησαν,  πήγαν στην εκκλησία, δέθηκαν μεταξύ τους. Όταν ο παππούς μου Ισαάκ πέθανε, η επικοινωνία συνεχίστηκε μεταξύ των ανιψιών και των θείων τους. Χρόνια αργότερα, όταν ο μεγάλος θείος μας Ιωάννης αρρώστησε, η μεγάλη θεία μου, που ήταν μία από από τα ανίψια του, αποφάσισε να πάει στην Ελλάδα. Αυτό που άκουσα όταν ήμουν παιδί, ήταν αυτή η επίσκεψη στην Ελλάδα. Η επικοινωνία χάθηκε κατά τη διάρκεια των Ολυμπιακών Αγώνων στην Αθήνα, όταν άλλαξαν οι αριθμοί των τηλεφώνων εκεί. Επειδή με ενδιέφερε το θέμα, η μεγάλη θεία μου μου τηλεφώνησε, ήθελε να με βοηθήσει και μου διηγήθηκε όλα όσα ήξερε. Όλη αυτή η περιπέτεια στην πραγματικότητα ξεκίνησε έτσι. Ήταν όμως αυτό ένα μεμονωμένο γεγονός; Πώς λειτούργησε η διαδικασία εξισλαμισμού; Μπορεί στην αρχή  να ήταν οικογένειες; Θέτοντας ερωτήματα με πλημμύρισαν  σκέψεις ότι αυτό θα μπορούσε να γίνει  μια εθνογραφική μελέτη,  και έτσι ξεκίνησα το θέμα αυτό.

Και εγώ είμαι ένας από αυτούς που δεν μπόρεσαν να διαβάσουν το βιβλίο σας, αλλά επειδή συναντήθηκα μαζί σας πολλές φορές - συμπεριλαμβανομένου και ενός συνεδρίου- ξέρω τουλάχιστον ότι η ιστορία της διατριβής του βιβλίου στηρίζεται σε  αυτοβιογραφικά  στοιχεία. Γνωρίζω επίσης ότι αυτό το βιβλίο είναι το πρώτο ή το δεύτερο έργο που έγινε για τους απογόνους των Ελλήνων του Πόντου που  έμειναν πίσω και  έγιναν εξισλαμισμένοι Ρωμιοί, σωστά; Πού αποδίδετε ότι μέχρι τώρα δεν έχουν πραγματοποιηθεί μελέτες για αυτό το θέμα;  Εκατό χρόνια μετά τη γενοκτονία των Ελλήνων του Πόντου  βλέπουμε  να αυξάνονται οι προσπάθειες σε αυτό το ζήτημα, τι λέτε για αυτήν την κατάσταση;

Είναι η πρώτη διατριβή  για τους Έλληνες οι οποίοι κατά την περίοδο ανταλλαγής πληθυσμών  έμειναν εδώ και εξισλαμίστηκαν.  Προηγουμένως, πραγματοποιήθηκαν μελέτες από την Ζεϋνέπ Τουρκγιλμάζ (Zeynep Türkyılmaz), για τους Έλληνες του Πόντου που άλλαξαν πίστη  όταν έγινε το διάταγμα για τη μεταρρύθμιση (ıslahat fermanı). Η ανταλλαγή είναι μια διαδικασία που πραγματοποιήθηκε με αμοιβαία συμφωνία. Οι συμφωνίες έγιναν, οι άνθρωποι σταλθήκανε και το ζήτημα φαίνεται σαν να έχει κλείσει. Συστηματικά και τεκμηριωμένη δράση για  εξισλαμισμό    όπως έγινε το 1915, δεν μπορούμε να δούμε,  αλλά βλέπουμε ότι υπάρχουν άνθρωποι που παρέμειναν για λόγους όπως ο γάμος, η υιοθεσία και η εγκατάλειψη και ότι αυτοί οι άνθρωποι είτε με την αφομοίωση τους είτε με την παιδεία (καλλιέργεια), με την πάροδο του χρόνου γίνονται μουσουλμάνοι. Από την περίοδο των διαπραγματεύσεων κιόλας είναι ένα ζήτημα που δεν ανοίγει,  και μπορούμε να πούμε ότι κουκουλώθηκε  και δεν λειτούργησε, ειδικά επειδή η αυτή διαδικασία έγινε  στα πρώτα χρόνια ίδρυσης της δημοκρατίας. Οι προσπάθειες για αυτό αυξάνονται και αυτοί που μιλάνε πολλαπλασιάζονται.  Για αυτό το θέμα, ρωτώντας  μετά από χρόνια ένα δάσκαλό μου, πώς δηλ.  καταστέλλεται (πιέζεται) η μνήμη ως αποτέλεσμα τραύματος, μου απάντησε: «Η απάντηση έχει σχέση με τη φυσική.  Όταν σκληραίνει  κάτι πολύ, σπάει εύκολα». Τόσο πολύ σκλήρυνε  αυτή η κατάσταση που ήταν αδύνατο να μην σπάσει. Οι άνθρωποι άρχισαν να μιλούν για να ρίξουν από πάνω τους αυτό το βαρύ φορτίο. Δεν υπάρχει καθεστώς στον κόσμο που να μπορεί να αντισταθεί στη μνήμη. Η μνήμη κάνει τους ανθρώπους πιο δυνατούς. Τώρα νομίζω ότι οι άνθρωποι ανακαλούν  τη μνήμη τους και ενεργούν με τη δύναμη που τους δίνει. Μπορούμε να δούμε αυτές τις καταστάσεις και σε άλλες ομάδες εθνοτικών μειονοτήτων που ζουν στην περιοχή της Ανατολίας.

Από όσο γνωρίζουμε  η κατάσταση σήμερα στην Τουρκία δεν είναι ρόδινη, στην πραγματικότητα μέρα με τη μέρα αυξάνεται ο αυταρχισμός και παρόμοιες προσπάθειες αντιπαράθεσης  κατά το παρελθόν  πολλές φορές τιμωρήθηκαν, εξ αιτίας αυτού  οργανώθηκαν και πάλι εκστρατείες λιντσαρίσματος.  Με τέτοιες συνθήκες το ότι επέλεξες τόσο για τη διατριβή σου όσο και για επεξεργασία στο βιβλίο σου ένα θέμα αντιπαράθεσης, δεν σε ανησύχησε καθόλου;

Φυσικά και με ανησυχούσε. Ο στενός κύκλος μου, ακόμη και μερικοί από τους δασκάλους μου, έχουν εκφράσει πολλές φορές ότι δεν πρέπει να γράφω ή να εργάζομαι για αυτό το θέμα. Με τεράστια παραδείγματα. Είναι όμως προφανές, με μεγάλα παραδείγματα, ότι η λύση είναι η αντιπαράθεση. Πρέπει να το αντιμετωπίσουμε. Κάποιος έπρεπε να γράψει. Είναι κάτι που το λέω πάντα: Αν ήμουν ζωγράφος, θα το ζωγράφιζα, αν ήμουν συγγραφέας, θα έγραφα την ιστορία του, αν ήμουν σκηνοθέτης θα γύριζα σε ταινία και θα το εξιστορούσα και πάλι. Για να κάνει κάποιος μία ακαδημαϊκή μελέτη πρέπει να έχει έναν καημό. Ο  δικός μου καημός  ήταν αυτός. Επιπλέον,  δεν ήταν μόνο δικός  μου, αλλά ήταν ο καημός πολλών ανθρώπων. Όταν πήγα για πρώτη φορά στην Ελλάδα, αντίκρυσα τους συγγενείς μου.  Και όταν πήγαμε στο χωριό, πολλοί άνθρωποι ήρθαν να με δουν. Δεν περίμενα ένα τέτοιο καλωσόρισμα. Πολλοί άνθρωποι άρχισαν να ρωτούν για τους συγγενείς τους. Αναφέρονταν στους θείους τους, στα  ξαδέρφια τους, στα ανήψια τους που έμειναν στην Τουρκία. Δεν ήξεραν καν αν ήταν ζωντανοί. Τουλάχιστον ένα άτομο από κάθε οικογένεια  έμεινε εκεί, είπαν. Όλοι μίλησαν για κάποιον συγγενή. Κάποιοι μάλιστα είπαν ότι ήταν σε επαφή με τους συγγενείς τους. Αυτή η ιστορία δεν ήταν μοναδική για εμάς. Ήταν μια πληγή.  Γνώρισα στην Ελλάδα ηλικιωμένους να μαζεύουν τα φύλλα της  λεμονιάς τους,  που την είχαν φέρει από τον κήπο τους όταν έφυγαν από τη Σαμψούντα. Πήραν τη λεμονιά μαζί τους και  τη φυτέψανε στον κήπο του νέου τους σπιτιού.  Μετά από όλα αυτά, θα ήταν προδοσία να μην το λάβουμε υπόψη, να μη γράψουμε για αυτό,  να μην γίνει  ένα εργαλείο για τους ανθρώπους για την αντιμετώπιση του θέματος. Γι' αυτό  αυτή η εργασία  είναι ένας φόρος τιμής  σε αυτούς που τράβηξαν  όλα αυτά τα δεινά.

 Πώς ήταν η περιπέτεια της διατριβής και του  βιβλίου, του πρώτου σας βιβλίου από όσο ξέρω, το βιβλίο σας τράβηξε την προσοχή που θέλατε στην Τουρκία;  Επίσης, πώς ήταν η αντίδραση των αναγνωστών ως προς το βιβλίο, το οποίο είναι το πρώτο που ασχολείται με αυτό το θέμα; Θα μπορούσατε να αναφερθείτε  λίγο σε αυτό; 

Πρώτα με πλησίασε ο ιδιοκτήτης των εκδόσεων Libra Kitap  ο Ριφάτ Μπαλί (Rifat Bali). Όταν ο εκδοτικός οίκος  Istos είπε  ότι δεν μπορούσαν να δημοσιεύσουν το βιβλίο λόγω των οικονομικών τους συνθηκών, συμφώνησα με την Libra Kitap.  Ο μοναδικός στόχος μου για να εκδώσω το βιβλίο, ήταν να μπορέσω προσεγγίσω άλλους ανθρώπους. Όταν βγήκε το βιβλίο, πήρα θετικά μηνύματα από ορισμένα περιοδικά, ειδικά από την εφημερίδα AGOS, και πραγματοποιήσαμε συνεντεύξεις. Πριν περάσει πολύς καιρός, άρχισαν να έρχονται  μηνύματα στη διεύθυνση του ηλεκτρονικού ταχυδρομείου και στο τηλέφωνό μου. Σχεδόν όλοι με ευχαριστούσαν και μου έδιναν συγχαρητήρια.  Άρχισα να παίρνω  μηνύματα από οικογένειες που μου έλεγαν ότι είχαν παρόμοιες ιστορίες. Υπήρχαν επίσης και εκείνοι που ήθελαν να έρθουν από την Ελλάδα και να βρουν τους συγγενείς τους. Μέχρι και σήμερα   ακόμα έρχονται. Δεν έχω κανένα οικονομικό κέρδος από το βιβλίο. Δεν έχω  πληροφορίες για το πόσο πουλάει, αλλά από τα μηνύματα και τα σχόλια βλέπω ότι προσέλκυσε την προσοχή των ανθρώπων. Το ότι εμφανίζεται πρώτη φορά   μια  τέτοια μελέτη κάνει επίσης την κατάσταση σοβαρή.  Η προσπάθεια να αντιμετωπίσει και να ρίξει φως  στην ιστορία  ακόμη και εν μέρει,  νομίζω ότι φαίνεται να  εκτιμάται. Αυτό που δεν συζητιόταν  είναι καλό το συζητήσουμε. Θα είναι ανακουφιστικό να το αντιμετωπίσουμε.

Μέρτ, μετά την Τουρκία το βιβλίο σου άρχισε να εκδίδεται και σε άλλες γλώσσες και σε άλλες χώρες, πριν μάθω τα συναισθήματά σου για αυτό το ζήτημα, από όσο γνωρίζω κομμάτι της οικογένειάς σου ζει στην Ελλάδα, και καθώς έτσι έχουν τα πράγματα,   πώς ένιωσες   με την πρώτη έκδοση  του βιβλίου σου  εκτός Τουρκίας , στην Ελλάδα; 

Πρώτα απ’ όλα πρέπει να ευχαριστήσω τον Γεώργιο Γεωργιάδη και τις  Έκδοσεις Κυριακίδη. Ο Γεώργιος ήταν ο υποστηρικτής μου από την αρχή και αγωνίστηκε για να εκδώσει το βιβλίο στα ελληνικά. Όταν του έδωσα την απαιτούμενη αγγλική μετάφραση, ο εκδοτικός οίκος εντυπωσιάστηκε πολύ και εξέφρασε τη θέληση να το εκδώσει. Ήταν αξιοσημείωτο το ότι υπήρχε μια τέτοια μελέτη στην Τουρκία, το ότι κάποιοι μιλούν γι' αυτό, και επιπλέον  το να έχει και ένα επιστημονικό υπόβαθρο. Η πρώτη ανακοίνωση για την έκδοσή του έγινε στις 19.04.2021  και κοινοποιήθηκε και στα μέσα κοινωνικής δικτύωσης. Τα μηνύματα δεν σταμάτησαν όλη την ημέρα. Αυτό το έργο, ήταν ένα διάβημα με τέτοια πτυχή. Μια προσπάθεια  υπερπήδησης  μιας μεγάλη τάφρου.  Ένα σημάδι ότι ξεκίνησε μια απρόσκοπτη συζήτηση. Σε αυτό το σημείο, φυσικά και θα μεταφραζόταν πρώτα στα ελληνικά. Είμαι πολύ χαρούμενος για αυτήν την κατάσταση. Το βιβλίο το αφιερώνω πρώτα στον παππού μου τον Ισαάκ και μετά σε εκείνους που κατά την περίοδο ανταλλαγής τους αποχωρίστηκαν ο ένας από τον άλλο και έχασαν την ταυτότητά τους.  

Τέλος, οι αναγνώστες την Ελλάδα πώς μπορούν να βρουν  το βιβλίο   που εκδόθηκε  με τον τίτλο «Ο εξισλαμισμός των Ελλήνων της Μικράς Ασίας την περίοδο 1919-1925»; Πώς θα το προσεγγίσουν; μπορείτε να μας ενημερώσετε; θα συνεχίσετε να εργάζεστε για  μελέτες σχετικές με τέτοιες αντιπαραθέσεις καθώς και για παρόμοια βιβλία;

Το βιβλίο θα είναι διαθέσιμο αυτήν την εβδομάδα διαδικτυακά στον ιστότοπο των εκδόσεων  Κυριακίδη. Στη συνέχεια θα πάρει τη θέση του στα ράφια. Συνεχίζω τη διδακτορική μου μελέτη. Σύντομα θα προχωρήσω στη φάση να γράψω τη διατριβή μου, και αυτή τη φορά η πρόθεσή μου είναι να αυξήσω τις ιστορίες, σχεδιάζω να κάνω μια μελέτη για το ζήτημα των εξισλαμισθέντων Ελλήνων, την αλλαγή της ταυτότητάς τους μετά τα γεγονότα, την επίδραση της μνήμης στην ταυτότητα τους και την εθνική αναγέννησή της.  

Πρώτα απ 'όλα, θα ήθελα να σας ευχαριστήσω πολύ για μια τέτοια προσπάθεια  σε μια τόσο δύσκολη περίοδο και αν υπάρχει κάτι που Θα θέλατε να προσθέσετε,  ας γίνει εν συντομία και να ολοκληρώσουμε αυτήν τη συζήτηση.

Θα συνεχίσω να γράφω και να μεταφέρω την ιστορική εμπειρία. Επειδή καθώς γράφω , οι άνθρωποι βλέπουν ότι δεν είναι μόνοι τους και αντέχουν. Αυτές οι ιστορίες, που δεν βλάπτουν κανέναν, χαλαρώνουν αυτούς που τις κατέχουν καθώς τις αφηγούνται. Η διαδικασία αντιπαράθεσης δεν είναι εύκολη αλλά είναι μια διαδικασία. Και κάθε διαδικασία τελειώνει. Αυτή η ισχυρή επίδραση της μνήμης  σε όσους βρίσκονται σε αδιέξοδο,  η δύναμη ανάκλησης και ανάδυσης αυτής της μνήμης μπορεί να κινήσει και βουνά. Δημιουργεί την ευκαιρία να μπορείς να κλάψεις για τον πόνο των άλλων. Νομίζω ότι δίνει δυνατότητα να κατανοήσουμε τον πόνο του άλλου…


Μετάφραση: Βαρβαρα Αλατζίδου