20 Temmuz 2025 Pazar

Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Harekâtı: Paramiliter Yapılar, İnsani Kayıplar ve İşgal Edilen Rum Toprakları

 Yannis Vasilis Yaylali 

1974 yılında Türkiye'nin Kıbrıs'a yönelik askeri harekâtı, ada tarihinde derin bir yara açtı. Uluslararası hukuka aykırı bir işgal olarak nitelendirilen bu harekât, adanın geniş yerlerindeki Rum topraklarının elele, yaklaşık 160.000 kişinin yerinden edilmesi ve 3.000'e yakın insanın ölümüyle sonuçlandı. 

Türkiye'nin başlangıçtaki paramiliter yapıları, özellikle Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) ve Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), harekât öncesi ve sırasında Kıbrıslı Türkleri Rumlara karşı kışkırtarak çatışmaları körükledi. Eski Türk Generali Sabri Yirmibeşoğlu'nun itirafları, STK'nın Türkleri Rumlara karşı ayaklanmak için kendi camilerine ve benzeri bombalama faaliyetlerinin oluşturulduğunu ortaya koyuyor. Hatta bu uğurda birçok Türk'ün de katledildiği artık biliniyor. Gazeteci Şener Levent, araştırmacı yazar Aziz Şah, Karahan Öz, Prof. Uluslararası toplum, Türkiye'nin adadaki bölgelerinin işgal olarak tanımlandığı ve bu durum Birleşmiş Milletler (BM) ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarıyla teyit edildi.

Tarihsel Arka Plan

Kıbrıs, 1960'ta İngiltere'den bağımsızlığını elde ettiğinde, Kıbrıslı Rumlar ve Türkler arasında ortak bir yönetim kuruldu. Ancak, 1963-1964 yıllarında anayasal değişiklik önerileri, iki toplum arasında gerilimin artırıldığı ve sürdürülmeye başlandı (Varnava, 2009). 1967'de Yunanistan'da iktidara gelen askeri cunta, “Enosis” (Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleşmesi) politikasını destekledi. 15 Temmuz 1974'te cunta destekli bir grup, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'a karşı darbe düzenledi. Bu darbe, Türkiye'nin harekat için gerekçesi olarak kullanılan ana tetikleyici oldu (Georgis, 2014).

Türk Paramiliter Yapıları ve Seferberlik Tetkik Kurulu'nun Rolü

Türkiye, 1950'li yıllardan itibaren TMT gibi paramiliter yapılar kurarak Kıbrıslı Türkleri örgütledi. TMT, 1958'de Rumların EOKA kuruluşuna karşı kuruldu ve Kıbrıslı Türkleri silahlandırarak Rumlara karşı direnişi koordine etti (ELIAMEP, 1975). Seferberlik Tetkik Kurulu (STK), Soğuk Savaş döneminde NATO'nun “geride kalma” operasyonları kapsamında, 1950'lerde Türkiye'de komünizme karşı gizli bir direniş ağı olarak yer alıyordu. STK, 1960'lı yıllarda Kıbrıs'ta faaliyete başladı ve TMT ile uyumlu çalıştı (Georgis, 2014)

Esat Oktay Kıbrıs'ta Yetiştirildi

Yeni Yaşam Gazetesi'ne söyleşide Kıbrıs'ın işgalinde önemli yeri olan Özel Harp Dairesi'nin varlığına ve parlak işaretler veren Araştırmacı Yazar Aziz Şah “Türk Mukavemet Teşkilatı bir direniş örgütü değil, bir kontrgerilla örgütüdür. Türkiye solu göz Kıbrıs'a kapadı, burada hiç görmedi, milli dava 'Yavru Vatan' olarak baktı. Kıbrıs'tan Esat Oktay Yıldıran geçti. diye propaganda yaptı. Kızıldere, Maraş, Sivas katliamlarının sorumlusu Kemal Yamak Kıbrıs'tan geçti. dedi

Emekli bir Türk orgeneral ve Özel Harp Dairesi'nin eski başkanı Sabri Yirmibeşoğlu, 2010 yılında Habertürk'e verdiği bir röportajda Kıbrıs'la ilgili bir itirafta bulunmuştu. Yirmibeşoğlu, Özel Harp Dairesi'nin çalışma yöntemlerini açıklarken, “Halkın dayanımını artırmak için düşman tarafından yapılmış gibi bazı değerler sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz." dedi. Bu tür eylemlerin Özel Harp Dairesi'nin soğuk savaş dönemi sistemi kapsamında, halkın galeyana getirilmesi ve direnişi örgütlemek için saklandığı bilinmektedir. Örneğin, 1962'de Kıbrıs'ta Bayraktar ve Ömerge camilerinin bombalanması olaylarının ardından, o dönemdeki muhalif yayıncılığıyla bilinen Cumhuriyet gazetesinin bu olayların araştırıldığı ve gazetenin sahipleri Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet'in bombalamaları ifşa etmeye çalıştığı için öldürüldü. Ancak itirafçılar, STK'nın Kıbrıs'ta da gerçekleştirdiği benzer provokasyonları iddialarını doğruluyor (Habertürk, 2010). Özellikle STK'nın Kıbrıslı Türkleri Rumlara karşı kışkırtmak için kendi camilerine ve benzeri bombalama programları düzenlenir, bu eylemlerin Türk toplumunda Rumlara karşı öfkeyi teşvik eden çatışmaları körüklediği ortaya çıktı. Bu tür provokasyonlar, Türk köylerinde Rumlara karşı linç ve katliam saldırılarını tetikledi ve 1974 harekâtına zemin hazırlandı. TMT ve STK'nın saldırıları, Rum köylerinde sivil kayıplara yol açtı (Uluslararası Af Örgütü, 1976).

Özel Harp Dairesi'nin 'Muhteşem' Operasyonu : Küvet Katliamı

Türk Özel Harpçı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu '6-7 Eylül'de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı…' dedi. Yirmibeşoğlu aynı söyleşinin bir başka bölümünde de övünerek Kıbrıs'ta kendi camiilerini nasıl bombaladıklarını anlatıyordu. Elbette tüm bunları yapanlar Kıbrıs'ı ele geçirmek için olanlar, neler yapmazdı. Hürriyet gazetesi "24 Aralık 1963 gecesi Yunanlılar, Binbaşı Nihat İlhan'ın Lefkoşa'daki evinde baskın düzenlendi. Yunan saldırganlar, Nihat İlhan'ın üç oğlu Kutsi, Murat ve Hakan ile eşi Mürüvvet'i saklandıkları yerde kurşun yağmuruna tutarak öldürdüler." diye haber geçti. 

Kıbrıslı Türk gazeteci Levent Şener 2015 yılında Kıbrıs'ta yayın yapan Afrika adlı gazetede 'Küvet katliamı'nı ele alan bir makale yazdı. Makale büyük bir cesaretle ele alınmıştı, sanatçının tüm dünya üzerindeki etkisi, katliamın aslında neden olduğu şu satırlarda anlatılıyor. Şener : "Banyo katliamı... Kanlı pijamalarıyla küvette üç çocuk... Ve anneleri... Bundan etkilenmeyen insan var mı? Müze'ne çevrildi… Bütün parçaları müzeye götürdük ve onlara 'Rum barbarlığını' anlattık ve anlatıyordu.

Katliam Fotografı

Şener, bu ikonik fotoğrafı oluşturan 'Türkiyeli bir gazeteci olan Ömer Samih Coşar olmayı düşünüyoruz.' ve ekliyor 'Kıbrıs uzmanı ve Milliyet gazetesi muhabiri olan Ömer Samih Coşar, bir gazeteciden ziyade görev başındaki bir Türk istihbaratının görev aldığı gibi hareket ediyor.' Gazeteci Şener yazılarının içerisinde yeni fotoğraflar yayınlanıp yanıtlanması için şu incelemeyi soruyordu:

"Bugün, daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış bir banyo katliamı fotoğrafı yayınlanıyordu. Basında ve dünyada ilk kez. Bu fotoğrafın gerçeklerin daha da aydınlanmasına katkı sağlanıyordu. Fotoğrafa ve banyoya iyice bakın. Küvette kan lekeleri var mı? Hayır. Cesetler nerede? Küvetin dışında, yanında. [Kurbanlar] hep birlikte katledilmiş olsalardı böyle mi görünüyorlardı?

“Birinci soru:

"Annenin dipte, yavruların da onun üstünde olması garip değil mi? Yavrularını korumak için koşan bir anne, onları örtmeye ve üye çalışmaz mı?

“İkinci soru:

Vurulan çocuğun beyninin fışkırıp saklandığı yapıştırıldığı söyleniyor. Beyninin fırlaması için yakın mesafeden ve çeneye silah dayayarak akılna ateş edilmesi gerekiyor. Ancak Binbaşı İlhan, vücutlarının kendi elleriyle yıkandığını ve hiçbirinin akıllardan vurulmadığını söyledi . Neden mevcut beyni beyninin fırlayıp yapıştırdığı yalanını söylüyorlar?

“Üçüncü soru:

"Katliamın banyoda işlendiğine dair ciddi sonuçlar var. Banyo dışında çekilen fotoğraflar da var. Peki cesetleri kim alıp banyoya koydu? Ve neden yaptılar?"

“Dördüncü soru:

"Propaganda ikon resminin birden fazla versiyonu var. Çocukları küvetin içinde farklı konumlarda gösteren fotoğraflar. Bunu kim sahneledi? Propaganda amacıyla çocuk cesetleriyle oynayabileceğiniz kadar sakat olanların kim olduğunu bilmek istemiyor musunuz?

Beşinci soru:

"Mezbahadan sağ kurtulanlar var. Bazıları da hayatta kaldı. Ama nedense bundan hiç bahsetmiyorlar. Neden? Kimden korkuyorlar? Konuşsalar başları derde girer mi? Tehdit edildiler mi? Bu da bir sır. Hiç 'Rumlar tarafından işlenen bir katliam' hakkında görüşmektan korkan Kıbrıslı bir Türk gördünüz mü? Ben hiç başardınız.

“Altıncı soru:

"Banyo katliamı, yerel sergiler üzerinden üç gün sonra yer aldı. O zamanlar sadece iki gazete vardı: "Halkın Sesi" ve "Bozkurt". Diğer haberler hemen yayınlanırken, katliamın katliamı neden bu kadar gecikti?

Bu sorulara yanıt veren biri çıkar mı bilemiyoruz, ya da Özel Harpçi Sabri Yirmibeşoğlu gibi cinsel açıdan itiraf eden olur mu? Bu soruların yanıtları yok ama 20 Temmuz 1974'de Kıbrıs'ın işgaline giden merdiven basamakları bu şekilde adım adım Türk Özel Harp Dairesi tarafından seçilip oluşturulduğunu görebilirsiniz.

Kıbrıs İşgali'nin Etapları

20 Temmuz 1974'te başlayan harekât, Birleşmiş Milletler Şartı'na aykırı bir müdahale olarak nitelendirilir (ELIAMEP, 1975). Harekât iki aşamada gerçekleşti:

1.Birinci Aşama (20-22 Temmuz 1974):

Türk ordusu, Girne kıyılarına çıkarma yaptı ve kuzeyde bir köprübaşı oluşturdu. Çatışmalar, özellikle Girne'deki Rum köylerinde yoğunlaştı. TMT'nin desteğiyle Türk birleşmeleri, Rum yerleşimlerini hedef aldı ve sivil kayıplar meydana geldi (Georgis, 2014).

2. İkinci Aşama (14-16 Ağustos 1974):

Cenevredeki krizlerin başarısız olmasının ardından Türk ordusu, Mağusa ve Karpaz bölgelerine geniş ve adanın %36'sını kontrol altında aldı. Bu ortamda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin (KKTC) imzası oluştu. İşgal, adanın kalıcılığını kalıcı hale getirdi (ELIAMEP, 2020).

İnsani Kayıplar ve Paramiliter Yapıların Rolü

Harekât, Kıbrıslı Rumlar üzerinde yıkıcı insani etkiler bıraktı. Yaklaşık 3.000 kişi hayatını kaybetti, 1.619 kişi ise kayboldu; bu kayıplar arasında siviller, askerler ve esirler bulunuyordu (Georgis, 2014). Aşşa (Paşaköy) ve Maratha köylerinde yapılan katliamlar rapor edildi; Örneğin, Maratha'da 84 sivilin öldürüldüğü belgelendi (ELIAMEP, 1975). Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Türk askerleri ve TMT militanlarının Rum kadınların tecavüzü ve esirlere tecavüz ettiğina dair delilleri kabul etti (AİHM, 1996).

TMT ve STK, sivil kayıplarda önemli bir rol oynadı. TMT'nin Rum köylerine yönelik saldırıları, 1960'lı yıllardan itibaren gerilim arttı ve 1974 harekâtında bu saldırılar yoğunlaştı. STK'nın, Bayraktar Camii gibi geniş kapsamlı bombalamalarla Türk sivillerine karşı kışkırttığı, bu provokasyonların Türk toplumunda öfkeyi artırarak Rum köylerine yönelik misilleme eylemlerini tetiklediği belirtildi (ELIAMEP, 2020). Uluslararası Af Örgütü, TMT'nin Rum sivillere yönelik saldırılarını düzenlediğini ve bu eylemlerin iki toplum arasında nefreti körüklediğini rapor etti (Uluslararası Af Örgütü, 1976).

Gazeteci Şener Levent, Afrika gazetesindeki yazılarında ve demeçlerinde, 1974 harekâtının Rum toplumuna yönelik sistematik bir yıkım politikası olduğunu savundu. Levent, Rum köylerinde gerçekleştirilen katliamların, sadece askeri bir operasyon değil, aynı zamanda Rumların ortadan kaldırılmasına yönelik bir strateji olduğunu belirtiyor. Levent, kaybettiği kişilerin davasının ve yerinden edilen Rumların yaşadığı travmayı, Ada'da barışın sona erdiğini ve büyük engellerden birinin olduğunu vurguladı. Ayrıca, Türkiye'nin işgal politikalarının ve paramiliter yapılarının, adadaki Türk toplumunu da manipüle ederek iki toplum arasında güvenliği yokluğunu ifade eder (Levent, 2018).

Aziz Şah, 1974 harekâtının insani ve kültürel yıkımını ele geçirme çalışmalarında, özellikle Rum toplumunun yaşadığının ve kültürel oluşumun tahribatının boyutlarına, yerinden edilen Kıbrıslı Rum mültecilerin işgal yoluyla mülksüzleştirme politikalarına dikkat çeker. Şah, Türk ordusu ve TMT'nin, Rum köylerinde gerçekleştirilen katliamların ve kültürel varlıkların yok edilmesinin, Rum toplumunun adadaki birimlerinin silinmesine yönelik sistematik bir çaba savunulmaktadır. Kayıp kişilerin sorunlarının çözümsüzlüğünün, adadaki toplumsal barışı ortadan kaldırdığını ve bu meselenin uluslararası toplum tarafından yeterince ele alındığını belirtir (Şah, 2020).

Prof. Baskın Oran, 1964 Rum sürgünleri üzerine yazılarında, Kıbrıs meselesinin yalnızca ada ile sınırlı olmadığını, Türkiye'nin dış politikasında Rumlara yönelik sistematik bir baskı politikasının izlendiğini belirtiyor. Oran, 1964'te İstanbul'daki Rumların sürgün edilmesinin, Kıbrıs'taki gerilimlerin bir uzantısı olduğunu ve Türkiye'nin “prensip” olarak azınlıklara karşı sert politikalar uygulandığını savundu. Bu sürgünlerin, 1974 harekâtının bir ön hazırlığı niteliğinde olduğunu ve Türk dış politikasının milliyetçi politikalarının bir olduğunu ifade eder (Oran, 2019).

Yaklaşık 160.000 Kıbrıslı Rum, kuzeydeki evlerini terk ederek güneye göç etti. Bu, adanın üçte birinin denk geliri ve büyük bir mülteci krizi yarattı (ELIAMEP, 2020). Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, yerinden edilenlerin çoğunun evlerine geri dönmediğini ve bu durumun adadaki bölünmüşlüğünü derinleştirdiğini vurguladı (UNHCR, 1975).

 Rum Topraklarının İşgali ve Mülklerine El Konulması 

Harekât, adanın güneyindeki Rumlara ait toprakların ve yerleşimlerin büyük bir kısmını işgal etti. Bu bölgesel, ekonomik, kültürel ve tarihi açıdan büyük önem taşıyordu:

Girne Bölgesi:

Rumların yoğun olduğu Girne, harekâtın ilk hedefiydi. Türk ordusu ve TMT'nin desteğiyle bölge kontrol adı altında alındı. Kırmızı Rum evlerini terk etti ve bölgenin demografik yapısı değişti (Georgis, 2014). -

Mağusa ve Varosha:

Mağusa, özellikle Maraş, Rumlar için önemli bir merkezdi. Harekât sonrasında Maraş terk edildi ve “hayalet şehir” haline geldi. Rum sahiplerinin mülklerine geri dönmeleri engellendi (ELIAMEP, 2020). Avrupa İnsan Hakları, Loizidou v. Türkiye davasında Türkiye'yi mülkiyet haklarının ihlaliden mahkûm etti (AİHM, 1996).

Karpaz Bölgesi:

Rum köylerinin yoğun olduğu Karpaz, işgalin ardından terk edildi. Bölgenin tarihi ve kültürel verim kaybı görüldü (Georgis, 2014). Türkiye'nin kuzeye yaklaşık 100.000 yerleşimcinin getirdiği ve bu politikanın Cenevre Sözleşmeleri'ne aykırı olduğu belirtildi (ELIAMEP, 2020).

Şener Levent, işgal edilen bilgilerin Rum kültürel üretiminin sistematik olarak yok edildiğini, özellikle kiliselerin ve tarihi kayıtların kaydedildiğini belirtir. Levent, bu tahribatın, Rum'un silme işlemini taşımasını ve Türkiye'nin adadaki işgal politikalarının, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde devam ettiğini savunur (Levent, 2018).

Kıbrıs'ın Türk kesiminde yayın yapan Cumhuriyetçi haber sitesi 18 Aralık 2024 tarihli haberinde 'Aziz Şah Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye'nin Kıbrıs'a nüfus taşıyarak ve toprak gaspı ile yapılan savaş suçlarını' dağıtıyordu. Avrupa Parlamentosu sunumunda Şah, 11 Aralık 2024'te Avrupa Parlamentosu'nda düzenlenen “Kıbrıs'ın işgal bölgelerindeki malların gaspı” toplantısında, Türkiye'nin 50 yıldır Kıbrıs'ta işgal edilen topraklarda savaş suçlarını anlattı. Sosyalistler ve Demokratların İlerici İttifakı ile Kıbrıslı parlamenter Kostas Mavridis'in organize ettiği toplantıda, Türkiye'nin Cenevre Konvansiyonu ve Roma Statüsü'ne aykırı olarak gerçekleştirilen yerleşimci sömürgecilik, toprak gaspı, kara para aklama ve insan ticareti suçları ele geçirildi.Şah, Türkiye'nin Kıbrıs'ta izlediği politikasının İsrail'in Filistin'dekine benzediğini, buların insan ve kara para aklama gibi sınıraşan organize suçlarla olduğunu belirtti.

Türkiye'nin 1974'ten bu yana Kıbrıslıların zorla yerinden edilerek ve nüfus aktarımı yaparak işgal edilen toprakların seçeneklerini değiştirmeye çalıştığını vurguladı. Toprak gaspının emlak ve inşaat şirketleri boyunca hızlandığını, bu süreçte AB'nin da suçlara karıştığını ifade etti.Taşınmaz Mal Komisyonu'nun çözüm yerine sorununu derinleştirdiğini, mültecilerin haklarının korunması konusunda yetersiz kalan ve toprak gaspını desteklediğini söyledi. Şah, bu suçların sadece Kıbrıslıları değil, AB'yi de ilgilendirdiğini, çünkü gasp edilen mülklerin AB ülkelerinde pazarlandığını belirtti. Türkiye'nin politikalarının Kıbrıs'ta çözümü baltalamayı amaçladığını ve adalet olmadan barışın mümkün olmadığını vurguladı.

Türkiye'nin Kıbrıs'ta 50 yıldır savaş suçları (zorla dağıtma, yerleşimci transferi, mülk gaspı) ve bunların kara para aklama gibi organize suçlarla bağlantısı, AB için de bir sorun teşkil ettiği, Taşınmaz Mal Komisyonu sorununu çözme yerine gaspı hızlandırdığını Şah, uluslararası Ceza Mahkemesi'nin devreye alınması talep etti.

Kıbrıslılar İçin Kıbrıs Sorunu 'Bir İşgal ve Kolonizasyon' Sorunudur

Avrupa Parlamentosu'ndaki en büyük sol grup olan  Sosyalistler ve Demokratların İlerici İttifakı ve Kıbrıslı Avrupa Parlamentosu Milletvekili Kostas Mavridis'in ev sahipliğinde gerçekleşen (2024) Kıbrıs'a katılan toplantıda konuşan Oz Karahan'ın yağdığı sunumu aktaran Cumhuriyetçinin aktardığı bilgiyi özetleyecek Avrupa Parlamentosu'nda, Kıbrıs'ın işgal ettiği yerde devam edecek gaspının, insan karşı suçlar ve sınır ötesi örgütlü suçlarla ilgili olduğu vurgulanıyor. Bu durum, sadece Kıbrıslıların değil, uluslararası toplumun, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ve Avrupa Birliği'nin meselesidir deniliyor. Örnek olarak, 2024'te Kıbrıslı Türk avukatı Akan Kürşat'ın, gasp edilmiş mallarla ilgili bir dava kapsamında İtalya'da tutuklanması, ancak “tek şahidin ölmesi” ile serbest bırakılması, suçluların öldürülmesine ve işgal bölgelerinde binlerce yeni konut projesinin yollanması ve 2006'da öldürücü giren ve gaspını 7 yıla kadar haple cezalandırmaan 303A, etkili bir şekilde uygulandığı için de yağmanım devam ettiği görülüyor.

Avrupa Birliği Adalet Divanı, bu suçların yargı yetkisinin Kıbrıs Cumhuriyeti'nde olup olmadığını teyit de, yasadışı mülkler AB ülkelerinde pazarlandığın aktarıldığı sunumda, Türkiye'nin işgal politikaları, yerleşimci sömürgeciliği ve nüfus transferi, 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve 1998 Roma Statüsü'ne göre savaş suçu teşkil ettiği vurgulanırken,1975-1979 arasında 82.500 arası ısıtılırken, Kıbrıslı Türkler arası hale geldi. 2024'te işgal bölgesini 1 milyonaştığı belirtiliyor. Ancak, hem Kıbrıslı Rumları hem de Türkleri olumsuz etkilerken, bir genelinde Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde Türkiye'nin suçlarına ilişkin bir davanın devam ettiği hatırlatılıyor. Ancak, dış müdahaleler (İsrail Cumhurbaşkanı'nın bir mal gaspçısını savunması) ve devletin kısıtlaması nedeniyle karmaşıklaştırdığı belirtilirken Kıbrıslılar, AB ve devlet politikalarının yaptırımları, ambargolar ve boykotlarla müdahale edilmeyi talep ediyor deniliyor. bu, bir işgal ve kolonizasyon sorunu olarak ele alınıp, insanlığa karşı suçların siyasi çözümlerine bağlanmanın kabul edilemeyeceği belirtiliyor

Uluslararası Kararlar 

Türkiye'nin Adadaki varlığı, uluslararası toplum tarafından işgal olarak tanımlanmış ve bu durum çeşitli kararlarla doğrulanmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1974'te 353 sayılı kararla, Türkiye'nin askeri müdahalesini kullanarak yabancı güçlerin adadan kaldırılmasını talep etti. 1983'te alınan 541 sayılı karar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin (KKTC) tek şans aralıklarını yasal olarak geçersiz olması durumunda ve tüm devletlere KKTC'yi tanıma takvimi yaptı. 1984'te alınan 550 sayılı karar, Türkiye'nin adadaki askeri bölgeleri işgal olarak tanımlandı ve KKTC'nin tanınmamasını yineledi (UNSC, 1974; 1983; 1984).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 1996'daki Loizidou v. Türkiye davasında, Türkiye'nin kuzeyindeki Rum mülklerini işgal ederek mülkiyet haklarını bozmadığını teyit etti (AİHM, 1996). Avrupa Birliği, Kuzey Kıbrıs'ı “Türkiye'nin işgali altında Avrupa Birliği havalisi” olarak sakladı ve KKTC'yi tanımaz.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1974'te 353 ve 360 sayılı kararlarla harekâtı eleştirdi ve adadaki yabancı güçlerin kaldırılmasını talep etti (UNSC, 1974). Avrupa Konseyi Parlamento Meclisi, 1976'da harekâtın insani sınırları ve mültecilerin kınadı (Avrupa Konseyi, 1976). Avrupa İnsan Hakları, Türkiye'nin kuzeyindeki mülkiyet haklarının ihlal edildiğini teyit etti (AİHM, 1996).

Günümüz Yansımaları

Kuzeydeki Rum topraklarının işgali, demografik değişiklikler ve paramiliter yapıların işleyişi, Kıbrıs sorununun çözümünü zorlaştırıyor. 2017 Crans-Montana anlaşmalarının başarısızlığı, sonuçta çözümsüz kaldığı görüldü (ELIAMEP, 2020).

Şener Levent, harekâtın Rum toplumunda oluşan travmanın, özellikle kayıp kişiler ve mülteci sorunlarının üzerinden devam ettiğini belirtiyor. Levent, Türkiye'nin adadaki işgal politikalarının ve paramiliter yapılarının, iki toplum arasındaki güvenin yok olduğunu ve barış sürecinin engellediğini savunur (Levent, 2018).

Aziz Şah, işgalin devam eden etkilerinin, özellikle mülteci ailelerin ve kayıp kişilerin yaşadığı travmanın, barış sürecinin imkansız hale getirildiğini ifade eder. Şah, uluslararası toplumda bu insani krizlere yeterli tepki göstermediğini, Türkler tarafından zorla yerlerinden edilen Kıbrıslı Rum mültecilerin işgal yoluyla mülksüzleştirme politikalarına dikkat çeker ve Rum'un kültürel dağılımının korunmasının vurgular (Şah, 2020).

Prof. Dr. Baskın Oran, Kıbrıs meselesinin, Türkiye'nin milliyetçi politikalarının bir sonucu olarak, hem Adada hem de Türkiye'deki Rum toplumunda kalıcı insani krizlerin yarattığını ifade eder. Oran, 1964 sürgünlerinin ve 1974 harekâtının, Türk dış politikasının azınlıklara yönelik baskıcı yaklaşımının birer örnek olduğunu belirtiyor (Oran, 2019)

Karahan Öz, Kıbrıs'ın işgal altındaki bölgelerde devam eden mülk gaspının, insanlığa karşı suçlar ve sınır ötesi örgütlü suçlarla bağlantılı olduğunu vurguluyor. Bu durum, sadece Kıbrıslıların değil, uluslararası toplumun, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ve Avrupa Birliği'nin meselesidir deniliyor (Cumhuriyetçi, 2024)

Sonuç

1974 Kıbrıs Harekâtı, adanın güneyindeki Rum topraklarının işgali, 160.000 kişinin yerinden edilmesi ve yaklaşık 3.000 kişinin ölümüyle sonuçlandı. TMT ve STK gibi Türk paramiliter yapıları, Türk sivilleri Rumlara karşı kışkırtarak ve Rum köylerine saldırılar düzenleyerek sivil kayıplarını artırdı. Sabri Yirmibeşoğlu'nun itirafları, STK'nın camilere yönelik bombalamalar gibi provokasyonlarla Türkleri Rumlara karşı ayaklandırdığını ortaya koyuyor. Şener Levent, harekâtın Rumlara yönelik sistematik bir yok etme politikası olduğunu ve kültürel depolamanın güncellendiğini belirtiyor. Aziz Şah, işgalin insani ve kültürel yıkımını vurgularken, Rumların silinmesini amaçlayan politikaların uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunuyor. Prof. Baskın Oran, harekâtın ve 1964 sürgünlerinin, Türkiye'nin azınlıklara yönelik politikalarının bir parçası olduğunu vurgular, Karahan Oz mülk gaspının “Kıbrıs meselesiyle çözüleceği” fikri reddedilirken; bu, bir işgal ve kolonizasyon sorunu olarak ele alınıp, insanlığa karşı suçların siyasi çözümlerine bağlanmanın kabul edilemez olduğunu savunuyor

Uluslararası toplum, BMGK ve AİHM kararlarıyla Türkiye'nin adadaki topraklarında işgal olarak bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, tüm uluslararası kararlara ve tepkilere rağmen adanın %36'sını işgal altında tutmaya devam ediyor. Kıbrıs'ta yaşananların üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmiş olsa da yaraların devam ettiği dün gibi taze olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni, günlerle ilgili herhangi bir yüzleşmenin yaşanmaması ve kanun, yasa tanımayan Türkiye Cumhuriyeti'nin yaraları deşer gibi Kıbrıs'taki provokasyonlarına hala devam ediyor olmasından kalmak. Kıbrıs'ta yaşananlar, geçmişle, katliamlarla ve soykırımlarla yüzleştiğinde, barış adına ve bir arada yaşama adına tek bir adım bile atılamayacağını gösteriyor. Üstelik bu durum yeni provokasyonların, katliamların ve soykırımların habercisi olabiliyor. Bu durumda en iyi örneklerden ikisi, iki cinayeti hatırlatmakla fayda faydaları. ilk; 20 Mart 1994 tarihinde, Kıbrıs Kürt Dayanışma Komitesi'nin başkanı ve Türkoloji uzmanı Theofilos Georgiadis'in Lefkoşa'daki evinin önünde katledilmesidir. İkincisi; Kıbrıslı gazeteci ve yazar Kutlu Adalı'nın, 14 Mart 1996'da St. Barnabas Manastırı'nda oynanan kişisel bir baskını araştırmasının ardından gelen tehditler sonrasında, 6 Temmuz 1996'da 61 yaşında suikastla başlar. Türk İntikam Tugayları'nın her ikisi de Türkçü paramiliter yapıdan tehditler yaşamış ve her ikisi de MİT'in bu paramiliter güçleri tarafından katledilmiştir.

Türk Özel Harp Dairesi'nin ve Türk Mukavemet Teşkilatı'nın yarım asır önce düzenlenen suikastlar ve provokasyonlar, yüzleşilmediğinde nasıl benzer ve daha tehlikeli bir şekilde devam edildiğini bize gösteriyor. Bu nedenle, her zaman söylediğimiz gibi, tekçi, ırksal, katliamcı ve soykırımcı tedavilerin panzehiri, geçmişte yaşananlarla ne temiz olursa olsun silinir. Bir arada yaşamın savunucusu olan kesim, Kıbrıs'ta yaşanan katliam, tehcir ve benzeri provokasyonlarla yüzleşilmesi için elinden gelmek zorundaydı. Aksi takdirde, kardeşlikten, bir arada yaşamdan ve gelecekten bahsetmek mümkün değildir. Kıbrıs için kara bir gün olan işgalin 51.yıl dönümündeyiz. İşgalci Türk devletini bir kez daha kınıyor ve lanetliyorum. O karanlık günlerde, kaybettiğimiz tüm canlarımızı minnetle ve saygıyla anıyorum.

Referanslar

1. Varnava, A. (2009). Kıbrıs'ta İngiliz Emperyalizmi, 1878-1915: Önemsiz Mülkiyet. Atina: Ekdotiki Athinon.

2.Georgis, G. (2014). Kıbrıs 1974: Bir Yunan Trajedisi. Atina: Ekdotiki Athinon.

3. ELIAMEP (1975). Kıbrıs Sorunu: Tarihsel Arka Plan. Atina: ELIAMEP Yayınları.

4. ELİAMEP (2020). Kıbrıs: Donmuş Bir Çatışma. Atina: ELİAMEP Yayınları.

5. Uluslararası Af Örgütü (1976). Kıbrıs Sorunu Raporu. Londra: Uluslararası Af Örgütü.

6. ICRC (2007). Kıbrıs'ta Kayıp Şahıslar: İnsani Bir Sorun. Cenevre: Uluslararası Kızılhaç Komitesi.

7. UNHCR (1975). Kıbrıs: Mülteci Krizi Raporu. Cenevre: Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği.

8. AİHM (1996). Loizidou / Türkiye. Strazburg: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi.

9. BM Güvenlik Konseyi (1974). Karar 353 ve 360. New York: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.

10. BM Güvenlik Konseyi (1983). Karar 541. New York: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.

11. BM Güvenlik Konseyi (1984). Karar 550. New York: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.

12. Avrupa Konseyi (1976). Kıbrıs'taki Durum Raporu. Strazburg: Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi.

13. Oran, B. (2019). 1964 Sürgünleri: Kıbrıs Meselesi mi, 'Prensip' Meselesi mi? https://yakindoguyazilari.com/baskin-oran-1964-surgunleri-kibris-meselesi-mi-prensip-meselesi-mi/

14.Levent, Ş. (2018). Afrika Gazetesi Yazıları. Lefkoşa: Afrika Yayınları.

15.Şah, A. (2020). Kıbrıs'ta Kültürel Yıkım ve İnsani Krizler. Lefkoşa: Bağımsız Yayınlar.

16.Habertürk (2010). Sabri Yirmibeşoğlu'nun Açıklamaları. İstanbul: Habertürk Yayınları.

 

18 Haziran 2025 Çarşamba

Adem Ekiz: Pontusça benim için ana dilimdir

Pontus şarkılarının yaratıcısı, Pontus Kalamarya Birliği'nin düzenlediği ve "Stavros Kougioumtzis" tiyatrosunun dolu salonunda düzenlenen etkinliğe katıldı. Etkinlikte, ünlü lir sanatçısının hayatını anlatan bir belgesel gösterildi.

 Eserin başlığı "Ruhun Adımları - Trabzon'dan Kalamarya'ya", Ekiz'in kendi yaşamıyla, genç yaşta başladığı Beşköy'den, Yunanistan ve Türkiye'de ulusötesi tanınmaya ve ailesinin Pontus geleneğini ve dilini kurtarma çabasıyla doğduğu yere geri dönmesine paralellik göstermektedir.

Ekiz'in hayatını filme alarak hedeflediği şey Pontus unsurunu vurgulamak ve Pontus'un dilini ve kültürünü korumaktır. "Belgesel aracılığıyla Pontus unsurunu ve bunun insanların içinde, ister Türkiye'de ister Yunanistan'da yaşasınlar, derin köklerini vurgulamak istedim. Türklerin Pontusluları ve Pontusluların da Türkleri anlamasını istedim," diyor.

Adem Ekiz, yıllardır Yunanistan ve komşu ülkede konserler veriyor ve vatandaşları tarafından kripto-Hristiyan olduğu için sık sık eleştiriliyor. "Birleştiren sadece sanattır," diye cevaplıyor Ekiz karakteristik gülümsemesiyle.

Gösterimden kısa bir süre önce Radyo Selanik'e belgeselin hazırlanma amacını ve ana dili olan Pontus dilini anlattı.

Adem Ekiz: Pontusça benim için ana dilimdir

" İzmir, İstanbul, Ankara'da gösterilen bir belgesel yaptık, yaz aylarında Trabzon'da da gösterilmesi bekleniyor."

İstanbul'daki belgesel gösteriminden sonra, Pontion derneğinin başkanı Kostas Zois tarafından belgeseli burada Kalamaria'da göstermemiz için davet edildik. Bunu yapacağımızı söyledi ve sözünü tuttu, kendisine teşekkür ediyorum.

Belgeselde benim gözlerimle atalarının topraklarına dönüş hikayelerini, benim anlatımlarımla da Trabzon Pontuslularının yaşamını izliyoruz.

Çekimlerin büyük bir kısmı orada gerçekleşti ve Yunanistan'da yaşayan insanların, atalarının topraklarında yaşayan insanların nasıl yaşadığını anlamalarını ve Yunanistan'daki Pontus geleneklerini göstermelerini istedim.

Pontus benim için ana dilimdir. Doğduğum anda hemen öğrendim. Evim aracılığıyla ama aynı zamanda köyüm aracılığıyla da temas kurdum çünkü büyüdüğüm bölgenin tamamı sadece Pontusça konuşuyor. Müziğim aracılığıyla halklarımızın bir araya gelmesini ve Pontus'un yaşatılmasını umuyorum .

" Derneğimiz 1985 yılından bu yana Kalamara'da faaliyet gösteriyor, bu yıl 40. yılımızı kutluyoruz. Bugünkü belgesel gösterimi etkinliğimiz derneğimizin yıl dönümü etkinliklerinin bir parçasıdır."

Kalamaria Pontuslular Birliği Başkanı Kostas Zois, "Adem'in teklifimizi kabul etmesi ve belgeselin Yunanistan'da ilk kez gösterilecek olması bizim için büyük bir onur. Umarım izleyenler de bundan keyif alırlar " dedi. RThess

Kaynak

17 Eylül 2024 Salı

ANASTASİA KOSMİDOU TURKİYE'DEKİ YAKINLARINI ARIYOR

 Yannis Vasilis Yaylali

Anastasia Kosmidou Türkiye'de kalan yakınlarını arıyor. Anastasia uzun yillar teyzesi Anastasia'yi (Fatma Bazdan) aradi. 

Sevgili Anastasia ismini de geride birakmak zorunda kaldiklari teyzesinin gerçek isminden aliyor. Anastasia 85 yaşında ve geride birakmak zorunda kaldıkları teyzesini bulmak için her kapiyi çalmış, Yunanistan'da bu yüzden TV programlarına dahi katılmış ama bu zamana kadar bir sonuç alamadıklarını da konuşmada belirtiyor.

LİTHOTOPOS (KAYALI) HEM MÜSLÜMAN AZINLIĞA HEM PONTOSLU GÖÇMEN RUMLAR'A EV SAHİPLİĞİ YAPAR 

Anastasia ve eşi Germanos Serres'in Lithotopos köyünde yaşıyor, köyleri hem leyleklere hem de çok güzel bir göle ev sahipliği yapıyor. Osmanli döneminde o köyde Müslüman azınlığın yaşadığı biliniyor. Anastasia köyün adınin  Kayalı olduğunu belirtiyor. Balkan savaşları ve sonrasinda da kabul edilen  Türkiye ile Yunanistan arasında kabul edilen mübadele antlaşması sonrası buradaki Musluman azınlık köyden ayrılıyor. Musluman azınlığın boşalttığı köye yine mübadele antlaşmasıyla Yunanistan'a Pontos'tan (Karadeniz) Ordu ve Samsun’dan gelen Rumlar yerleşiyor. Köyün ismi de aslinda Kayalı olarak kalir çünkü Lithotopos yunanca yine Kayali anlamına gelen bir isim, köy ortasından bölünmüş gibi bir kısmında Ordu'dan gelen Rum göçmenler ve diğer kısmında Samsun’dan gelen göçmenler yerleşmiş.
Anastasia'nin ailesi Samsun'dan Yunanistan'a göç eden Rumlardan, aile Pontos'ta  bir çok badire atlatsada Mübadele antlaşmasına kadar Samsun'da yaşamaya devam etmiş. Yunanistan ile Türkiye arasında Mübadele antlaşması gerçekleşince  o dönemde antlaşma gereği 1.500 milyon Hristiyan nüfus Yunanistan'a gönderildi. Pontos'dan da yüzbinlerce insan bu antlaşma ile Yunanistan'a götürüldü. Anastasia'nin ailesi de bu antlasmayla Yunanistan'a dönecekti.

KOSMİDOU AILESI ISTIKLAL MAHKEMELERININ HIŞMINA UĞRAR

Anastasia'nin babasi da İstiklal Mahkemelerinin hışmına uğrayan Rumlardan, o dönem yargılamalar sonrası hapishaneye atılıyor, düzmece yargılamalar sonrası asılarak katledilen insanlarını da bildiğinden hapishaneden kaçma planlari yapıyor ve orada bu konuyu diğer arkadaşlarına açar ama diğer arkadaşları bu plandan korkar, gelmek istemezler, böylece tek kişilik kaçma planı yapar ve ardından hapishaneden de kaçmayı başarır yıllarca dağlarda yaşar, mübadele kararı çıkınca dağlardan döner, ardından  Yunanistan'a geçmek için hazırlık yaparlar.Elbette bu Mübadele antlaşması her tarafta nizami uygulanamadı. Pontos dâhil bir çok bölgede sorunlar, saldırılar, kaos devam ediyordu. Böylesi bir zamanda aileler bir taraftan bu kaosla bahsetmeye çalışıyor, öte taraftan da herseylerini geride bırakarak Yunanistan'a gitme hazırlığı yapılıyor. Tam böylesi bir zamanın ortasında o dönemde çocuk olan teyzeleri Anastasia'yi (Fatma Bazdan) kaybediyorlar. Ne yapsalarda bulamıyorlar, onu geride bırakarak aile Yunanistan'a geliyor. Anastasia'nın aktardigina göre o kaos ortamında başına bir şey gelmesin, öldürülmesin diye teyzesinin yine yaşıtları tarafından saklandıği yönünde ama kesin ne olduğu o dönemde bilinmiyor.

YILLAR SONRA ANASTASİA'YI  BULURLAR AMA ERKEN KAYBEDERLER

Uzun yillar teyzelerini aradığını aktaran Anastasia 1950'lerin ortasında kendi yakınlarını aramaya giden birisine bir umutla teyzelerinin bilgilerini de veriyorlar. Yunanistan'dan Samsun'a kişi kendi yakınlarını ararken bir taraftan da Samsun'da kalan Anastasia'nin bilgilerini    de sorduğu kişilere verir. Uzun aramalar sonuç verir ve Anastasia (Fatma Bazdan) bulunur. Hem kaybolan teyze olan Anastasia hem de Yunanistan'a döndükten sonra bu müjdeyi Anastasia'yi arayan ailesine ilettiklerinde tam bir bayram havasi yaşanır.  Türkiye'de Anastasia, Yunanistan'da ailesi büyük heyecanlanır, önce yıllarca mektupla görüşmeler olur, ardından Kosmidou ailesi yakınlarını Yunanistan'a davet ederler. Yillar sonra gözyaşları arasında iki kardeş Anastasia ve Simela  ve Yunanistan'daki aileleri bir araya gelirler, uzun, uzun hasret giderirler. Aslında kayıp olan o koca zamandan sonra asla bir daha ayrilmayacaklarini düşünürler. O Büyük kavuşma,hasret giderildikten Anastasia için dönme zamanı gelir, çünkü alinan vizenin süresi bitmişti. Kaybettikleri çocuklarını buldukları için ve bundan sonra ayrılığın olmayacağını düşünen Kosmidou ailesi belki gönül rahatlığıyla olmasa bile , hatta içleri hiç rahat olmasa bile Anastasia'yi Türkiye'ye gönderirler.



TÜRK DEVLETININ  55 VE 64 YILLARINDA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ RUM KIRIMI ANASTASİA İLE BAGLARI DA KOPARIR 


Aslinda Kosmidou ailesinin tedirginliği anlaşılır. Geçmişte özellikle Pontoslu Rumların neler yaşadığını, nelere maruz kaldığını ve sonrasinda kalan Rum nüfusa karşı neler yapildigi bilinince gerçekten tedirginlikleri oldukça anlaşılır. Türkiye'de Rumlar, Hıristiyan nufus için aslinda yeni bir linç sürecinin, İstanbul merkezli başlayacak ve bir çok ile yayılacak pogrom sürecini öngerebilseler yıllarca kayıp olan ge tamamen şansla  yillar sonra kavuştukları çocuklarını asla geri göndermezlerdi. İşte bu pogrom surecinden, kaos surecinden, Rumlara karşı yeni bir saldiri dalgasindan (6-7 Eylül 1955 pogromu ve 1964'de İstanbul'da kalan Rumların gönderilmesi ) sonra ne kadar uğraşsalarda bir daha bağlantı kuramazlar..

Kayıp teyzesinin ismini alan sevgili Anastasia teyzesi ile ilgili  bilgileri bizle paylaştı, artık teyzesi Anastasia ile buluşma imkanlarının olmadığını, uzun yillar önce hayatının kaybetmiş olabileceğinin farkında ama kuzenlerinin hala yaşıyor olabileceğini düşünüyor,umudunu hiç bir zaman kaybetmedigini, ölmeden kuzenlerinle buluşacağını umuyor ve bu yüzden onu ve değerli eşi Germanos'a başka bir vesileyle yaptığım ziyarette direkt kendi başlarından geçen bu konuyu ve teyzesini ve neler yaşadıklarını anlatti. Yunanistan'dan kayip ailesi, yakınlarını arayan Anastasia ile direkt empati kurabildim çünkü benzer bir durumu da ben yaşamıştım, uzun yillar Türkiye'den başlayarak Yunanistan'a uzanan hiç de kolay olmayan bir arayışın sonrasında Selanik, Drama'da yaşayan akrabalarımı bulmuştum. Sonrasinda Yorgos Andreadis'in gerçek bir hikayeden, büyük bir trajediden yola çıkarak yazdigi Tolika adli eserinden yola çıkarak Bafra’da yaşayan yazar ve aktivistlerden yardım alarak ve onların uzun araştırmaları sonrası  Bafra'da kalan Tolika’yı kardesi Sofya ile buluşturamazsak da o arayışı mutlu sona kavuşturmuş Tolika ve Sofya'nın çocukları olan  Eleni ile Mehmet'i buluşturmustuk. O kavuşmayı, buluşmayı anlatan  gazeteci Gonca Vural beni çok etkilemişti. O buluşma esnasında yanyana olamazsak da gözyaşlarımız buluşmuştu. Benim ailemin, Tolika’nin , Tamama'nin, Belaiya'nin, sevgili Mert Kaya'nin ailesinin ya da Anastasia'nin hikayelerinin benzerini yaşayan binlerce, onbinlerce insanımızın olduğunu biliyorum. O yüzden deneyimlerimizi, acılarımızı, yaşadıklarımızı paylaştığınızda belki de benzer arayışları olan yüzlerce, binlerce insanımıza bir umut kapısı, yaşadıkları büyük karanlığa bir nebze de olsa ışık olabiliriz diye düşünüyorum. Büyük uğraşlar ile bölünmüş onlarca aile birbirini buldu, bu konuda duyarlı olursak yüzlerce, binlerce kayip yakini ailelerine kavuşabilir diye düşünüyorum.


KAYIP TEYZE ANASTASİA'NIN (FATMA BAZDAN) BİLGİLERİ AŞAĞIDADIR 


Sevgili Anastasia’nin kayıp teyzesi ile ilgili paylaştığı bilgiler ise şöyle: Anastasia’nin teyzesinin ismi daha önce belirttiğim gibi Anastasia daha sonradan Fatma ismini almış, evlendikten sonra Bazdan soyadını almış, aile Samsunlu, babasinin ismi Yorgos, annesinin ismi Parthena, dört kardeşler Xaralambos, Simela, Parthena, dördüncü kardeşin ismini bilmiyoruz.


Anastasia’nin (Fatma Bazdan) dört çocuğu var, üç tanesi erkek bir tanesi kadın, erkeklerin isimleri net olmasa da Fatma Bazdan’in kızının ismi Duriye ve İzmir’de bir bankaci ile evlenmiş olduğunu biliyoruz.

Erkek çocuklarının isimleri net olmasada Erkek cocuklarindan birinin resmi mevcut, onu söyleşide paylaştık. Aslinda Fatma Bazdan’in bir resmi mevcutmuş ama aramalar esnasında bulabilirler diye Almanyadan tanıdıkları bir kişiye bu resmi veriyorlar, o kişiye ve resime daha sonra bir daha ulaşamıyorlar. Samsundan Izmir’e uzanan bu trajedi belki bir nebze giderilebilir, ilk kuşaklar anneler, babalar,kardeşler bir birini görmeden, birbirlerine doyamadan yaşamlarını kaybetmişse de kuzenleri, geriye kalan aileyi bir araya getirebiliriz, bu konuda bilgisi olanlar, duyumları olanlar, benzer hikayeye rastlamış,dinlemiş olanlar varsa, aşağıda bırakacağım e mail adresine bilgi bırakabilir…

İletisimiçin: yannisvyaylali@gmail.com

2 Haziran 2024 Pazar

Türkiye'nin Azalan Hristiyanları: 60 Yıllık Bir Sürgün ve İnkar Mirası

 ANALİZ: Batı Asya ile Güneydoğu Avrupa'yı birbirine bağlayan ülkede Hristiyanların durumu belirsizliğini koruyor

Uzmanlar, Türkiye'nin Hıristiyanlara yönelik periyodik etnik temizliğinin dünyadaki Hıristiyanlara ve kurallara dayalı uluslararası düzene meydan okuduğunu söylüyor; ülkenin dindar-milliyetçi hükümeti ise soykırım geçmişini inkar etmeye devam ederken, laik bir devlet olduğunu iddia ediyor Avrupa Birliği.


 Mart 1964'te, ABD ile müttefik bir NATO üyesi olan Türkiye, İstanbul'da yaşayan Rum Ortodoks Hıristiyanların iki hafta içinde ülkeyi terk etmeye zorlandıkları ve yanlarına yalnızca 44 kiloyu geçmeyen bir bavul ve değeri daha fazla olmayan nakit para almalarına izin verildiğine karar verdi. 22 ABD dolarından fazla  (2024'te 222 dolar).  Türkiye'de yaşayan tüm Yunan vatandaşları, çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede doğmuş olmalarına ve Yunanistan'ı hiç ziyaret etmemiş olmalarına rağmen sınır dışı edildi.  Bunu Türk vatandaşı Hıristiyanlar takip etti.


 Türk hükümeti varlıkların dondurulması ve ticari işlemlerin engellenmesi yönünde önlemler aldığından, sınır dışı edilen Hıristiyanlara terk edilmiş ev ve iş yerleri için tazminat ödenmedi.  Bu etnik temizlik sırasında mülklere Türk hükümeti tarafından el konuldu ve el koymalar bir yıldan fazla sürdü.


 1965'e gelindiğinde, İstanbul'un 1964 öncesi 80.000 kişilik Rum cemaatinden yalnızca 30.000'i kalmıştı.  Bu sayı düşmeye devam etti.  Boston College'dan profesör Elizabeth Prodromou, Register'a verdiği röportajda şunları söyledi: "Bugün Türkiye'deki Rum Ortodoks cemaati, yaklaşık 90 milyonluk bir nüfusta çok küçük sayıları (1.700 ila 2.000 kişi arasında) nedeniyle varoluşsal kırılganlık koşulları altında yaşıyor. , Rum Ortodoks nüfusun ortadan kaldırılmasına adanmış yüzyıllık hükümet şiddet ve şiddetsizlik politikaları ve Türkiye'de etnik ve dini çoğulculuğa yönelik yoğunlaşan toplumsal düşmanlık.  Elbette uluslararası insan hakları ve daha geniş politika topluluklarının bu konulara karşı dikkat çekici kayıtsızlığı bu faktörleri daha da ağırlaştırıyor.”


 1964 ve 1965 yıllarında Rumların sınır dışı edilmesi, 13. yüzyıldan 1922'ye kadar hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu ve günümüze kadar devam eden Türkiye Cumhuriyeti döneminde Türkler tarafından yapılan etnik temizliğin bir parçasıydı.  Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni Hıristiyanlara Osmanlı yetkilileri tarafından zulmedilmiş ve 1 milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlanmış, Keldani, Rum, Suriyeli ve Süryani Hıristiyanlar da hedef alınmıştı.  1923'te milliyetçi Türk hükümeti, İstanbul'da yaşayanlar dışında 1,2 milyon Rum Ortodoks Hıristiyanı da sınır dışı etti.  Daha sonra, 1955'te kentte Yunanlılara karşı hükümet destekli ayaklanmalarda 1.000 kişi yaralandı ve 37 kadar kişi öldü.  Ayrıca 200'den fazla Yunan kadın, kız ve erkek çocuğuna tecavüz edildi.

1964'te İstanbul'da gerçekleşen ve Yunanlıların Konstantinopolis adını verdiği etnik temizlik, 1960'ta Büyük Britanya'dan bağımsız hale gelen yakınlardaki Kıbrıs adasında Türkler ve Yunanlılar arasında gerginliklerin ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. İki toplum arasındaki mücadele, ABD Başkanı Lyndon Johnson'ın bir uyarısıyla önlenen Türkiye'nin işgal tehdidiyle sonuçlandı. Ancak Türk ordusu 1974'te Kıbrıs'ı işgal etti ve ada Kıbrıs Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak ikiye bölündü. Sadece Türkiye ikinci yargı yetkisini tanıyor.


Ekümenik Ortodoks Patrikhanesi İstanbul'da bulunuyor ve Papa Francis'i sık sık ziyaret eden ve ekümenizm savunucusu olan Patrik Bartholomeos tarafından yönetiliyor. Bartholomeos, dünyadaki çeşitli Ortodoks kiliseleri arasında arabulucu ve kolaylaştırıcı olarak görev yapıyor. Türkiye, veto yetkisine sahipken, patriklerin Türk vatandaşı olmalarını şart koşarak seçimlerine müdahale ediyor. 1971'de Türk hükümeti ülkedeki tek ilahiyat okulunu kapattı.


 Prodromou'ya göre Türkiye etnik temizliği için hiçbir zaman özür dilemedi ve varlığını inkar etmeye devam ediyor. "Hiçbir zaman bir soykırımı soykırım olarak adlandırmak istemediler ve herhangi bir tazminat veya tazminat ödemeyi reddettiler" dedi. Türkiye, Orta Doğu'da yaşayan Yunanca konuşanların İslam öncesi mirasına rağmen, milliyetçilerin yabancı bir varlık olarak gördüklerini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Röportajda, Türkiye'nin sözde laik hükümet politikasının, mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yoksul, kırsal, muhafazakar Müslüman seçmenlerini tatmin etmek istediğini söyledi.


Prodromou, "Türkiye, yalnızca Yunanlıların değil, aynı zamanda Ermenilerin ve diğer Hıristiyanların soykırımı için tazminat ödeme korkusu nedeniyle soykırım hakkında tartışmaları açmaktan korkuyor" dedi.


Prodromou, Türkiye'nin dünyanın en büyük kilisesi olan Ayasofya'nın İstanbul'da müze olarak değil cami olarak kullanılmasına izin verme kararını kanıt olarak gösterdi.  Bu, 6 Nisan'da Bizans Hristiyan sanatıyla ünlü Chora kilisesinin camiye dönüştürülmesiyle birleşti ve o zamana kadar müze olarak korundu. Chora'nın hassas hazineleriyle ilgili olarak "Bu mozaikleri nasıl koruyacaklarını ve saklayacaklarını bilmiyorum," dedi. "2019'da dönüşümün duyurulmasında gecikme olmasının nedenlerinden biri de bu. Uluslararası toplumdan kelimenin tam anlamıyla hiçbir yanıt gelmedi. Hatta BM Ekonomik, Bilimsel ve Kültürel Örgütü'nden (UNESCO) bile cırcır böcekleri geldi," dedi.

Ayasofya'yı çevreleyen zarif mozaiklerin 1453'te Konstantinopolis'in düşmesinden sonra Müslümanlar tarafından sıvandığını hatırlatan Prodromou, Doğu ile Batı arasındaki bölünmeden çok önce, dördüncü yüzyıla dayanan Chora'nın kaderinin böyle olmayacağını umuyor.


Chora kilisesi artık giderek İslamcılaşan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı destekleyen Orta Anadolu Yarımadası'ndan gelen yeni gelenlerin egemen olduğu bir mahallede yer alıyor. "Türkiye bir karmaşa, bu da NATO'nun bir karmaşa olduğu anlamına geliyor, bu da transatlantik ittifakının bir karmaşa olduğu ve kurallara dayalı uluslararası düzen ve evrensel insan hakları hakkındaki tüm saçmalıklarımızın bir şakaya dönüştüğü anlamına geliyor" diye açıklıyor dini jeopolitik konusunda uzman olan Prodromou. ABD Uluslararası Dini Özgürlük Komisyonu'nda ve Uluslararası Ortodoks İlahiyat Derneği'nin Uluslararası İlişkiler Grubu'nda görev yaptı.


 Hem Yunanistan hem de Türkiye, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği'ne karşı bir siper olarak 1949'da kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nün (NATO) üyeleridir. ABD, en yeni üyeleri Finlandiya ve İsveç olmak üzere NATO'nun bütünlüğünü ve genişlemesini uzun zamandır vurgulamaktadır. Ancak, Türkiye 1964'te Yunanlıları sınır dışı edip Kıbrıs'ı işgal ettiğinde, ne ABD ne de diğer NATO ülkeleri direnmemiştir.


Rutgers Üniversitesi'nden Profesör Michael Rossi, Register'a Türkiye'nin "Ermeni soykırımı hakkındaki birincil kaynakların çoğunun geç Osmanlı belgelerinden geldiği düşünüldüğünde, inkarının komik olduğunu" söyledi. Modern Türkiye'nin ünlü kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün Hristiyanlara karşı bir cihat (din savaşı) yürüttüğünü kabul eden Rossi, sözde laik hükümetin mirasçılarının "tarihin geriye dönük olarak silinmesiyle" meşgul olduklarını söyledi. Türkiye, soykırımdaki rolünü inkar eden bir ülkenin iyi bilinen bir örneğidir.


 “Ermeni Soykırımını Belgelemek” başlıklı bir deneme koleksiyonunda, İsrailli yazarlar Benny Morris ve Dror Ze’evi, Türkiye’nin katliamların Osmanlı rejimi sırasında kısa bir dönemle sınırlı olduğu ve küçük bir fanatik grubu tarafından yönetildiği anlatısına meydan okudu. Şöyle yazdılar: “Bu Hıristiyan topluluklarının yok edilmesi, üç ardışık Osmanlı ve Türk hükümetinin kasıtlı politikasıydı - çoğu Müslüman sakinin karşı çıkmadığı ve birçoğunun coşkuyla desteklediği bir politika” ve İslami dini liderler tarafından kışkırtıldı.


Türkiye, on yıllardır yeni kiliselerin inşasına izin vermemişti ve ancak 2023’te, yerel Katolik Kilisesi’nin Vatikan ve Ekümenik Patrikhane’nin arabuluculuğuyla yeni bir Süryani Ortodoks cemaat kilisesi için arazi bağışlamasının ardından bu izin verildi. Prodromou, bu gelişmeye rağmen Hıristiyanların statüsünün hala güvencesiz olduğunu söyledi.  2006 yılında Katolik bir rahip olan Andrea Santoro'nun öldürülmesini, 2016 yılında Amerikalı evanjelik papaz Andrew Bunson'ın tutuklanıp hapse atılmasını ve Ocak 2024'te İstanbul'daki bir Katolik cemaatinde bir cemaat üyesinin vurularak öldürülmesini kaydetti.


Türkiye'nin Hıristiyanlara zulmetme konusunda uzun bir geçmişi olmasına rağmen Prodromou, "Çoğu insan bilmiyor ve çoğu politikacı bilmiyor. Yaşayan hafızası olan Türkler var, ancak onlar yok oluyor. Genç Türk öğrenciler bilmiyor." dedi.


Konuyu dünyanın dört bir yanından öğrencilere 20 yıldan fazla bir süredir öğreten Prodromou, Türk öğrencilerinin Hıristiyanların soykırımından ve Yunanlıların sınır dışı edilmesinden habersiz olduğunu söyledi. "Türk öğrenciler ülkelerinin tarihinin ayrıntılarını öğrendiklerinde rahatsız oluyorlar. Hukukun üstünlüğünün sağlandığı bir toplumda özgürce yaşamak istiyorlar." diye sonlandırdı.  Ama Türkiye, [Cumhurbaşkanı] Erdoğan'a tapınmasıyla Stalinizm unsurları taşıyan sert çekirdekli totaliter bir devlettir. Onlar böyle yaşamak istemiyorlar."

Kaynak