18 Eylül 2025 Perşembe

Yunanistan, Kıbrıs, kablo ve İsrail – LAZAROS KAMPOURIDIS

Türkiye, bölgedeki stratejisine tehdit oluşturan İsrail-Kıbrıs-Yunanistan üçgeninden rahatsız görünüyor. Türk uzmanlar, Türkiye'nin son dönemde şekillenmeye başlayan ve başrolünde Ankara'nın yer aldığı Türkiye-İtalya-Libya oluşumuyla bu üçgeni köprülemeye çalıştığını bildiriyor.


Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Gerapetritis'in, Yunan hükümetinin Kıbrıs-Yunanistan kablo bağlantı programını uygulamaya devam etme iradesini teyit ettiği röportajının ardından, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın Yunanistan ve İsrail'e yönelik kışkırtıcı açıklamaları geldi. Birçok kişi Fidan'ın dolaylı tehditlerinin kablo bağlantı programıyla ilgili olduğuna inansa da, bu konunun daha derin nedenleri olan Türkiye'nin rahatsızlığının kaynağı olduğu anlaşılıyor.


Yorumcular önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırdı: Fidan'ın açıklamalarının, Türkiye-İsrail ilişkilerinin daha da tırmanmasının hemen ardından, İsrail özel kuvvetlerinin Şam'da MİT'e ait gözetleme cihazlarını ele geçirdiği baskın, Netanyahu'nun Pontus Rumları, Ermeniler ve Süryanilere yönelik Türk soykırımını tanıdığına dair açıklaması ve Türkiye'nin İsrail ile tüm ekonomik ve ticari ilişkilerini kestiğini ve hava sahasını İsrail uçaklarına kapattığını açıklamasının hemen ardından yapılmış olması.


Bu köşede, Hamas'ın 7 Ekim 2023'te İsrail'e düzenlediği terör saldırısının, Ankara'nın İsrail tehdidiyle mücadele etmeyi amaçlayan bir dizi kararın başlangıcı olduğunu yazmıştık. Zira Erdoğan, Hamas'ı en başından beri yalnızca siyasi ve ekonomik olarak değil, aynı zamanda askeri olarak da desteklediğini göstermiştir. Tipik örnekler arasında, Türkiye'nin Avrupa Konvansiyonel Silahların Kontrol Anlaşması'ndan (AKKA) kendini dışlaması, İncirlik'in (Adana) 10. Ana Hava Üssü'ne yükseltilmesi ve Merzifon'daki 5. Ana Hava Üssü'nden F-16 savaş uçaklarıyla takviye edilmesi, İskenderun'da bir Deniz Piyade Tugayı'nın kurulması vb. yer almaktadır.


Son gelişmelerin ardından ve İsrail'in İran ile birlikte Türkiye'yi de tehditlerin ilk sırasında tutması göz önüne alındığında, Erdoğan'ın ülkenin tüm illerine sığınak inşa edilmesi talimatını vermesi ve Milli Uçak Savar Savunma Sistemi'nin (Çelik Kubbe) derhal tamamlanmasının ardından Türk tarafı İsrail tehdidine karşı hazırlık durumuna girmiştir.


Siyasi alanda ise Türkiye, ABD'deki Yunan ve Yahudi lobilerinin çabalarının etkili olmamasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Zira Ankara, ABD'nin bölgedeki İsrail yanlısı politikasından ve Kıbrıs'taki işgalci güç olarak Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de bir güvenlik tehdidi olarak nitelendirilmesinden Yunan ve Yahudi lobilerini sorumlu tutuyor.


Türkiye, bölgedeki stratejisine tehdit oluşturan İsrail-Kıbrıs-Yunanistan üçgeninden rahatsız görünüyor. Türk uzmanlar, Türkiye'nin son dönemde şekillenmeye başlayan ve başrolünde Ankara'nın yer aldığı Türkiye-İtalya-Libya oluşumuyla bu üçgeni köprülemeye çalıştığını bildiriyor.


Ankara, bir süredir hoşnutsuzluğunu dile getiriyor ve özellikle Yunan Ege adalarında ve Kıbrıs'ta İsrail askeri teçhizatının varlığına dair haberlerin ardından bir kuşatılmışlık hissine kapılıyor. Bu Türk hoşnutsuzluğu, özellikle Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin tamamen kopmasıyla birlikte son zamanlarda daha da yoğunlaştı. Suriye'de, bir yandan Şam'ı uydulaştırarak Türkiye'nin nüfuzunu genişletme stratejisi, diğer yandan da İsrail'in Suriye'deki azınlıkların özerkliği yoluyla bir güvenlik ağı oluşturma stratejisi karşı karşıya geliyor.


Ankara, Suriye'de İsrail ile bir çatışmanın göz ardı edilemeyeceğini düşünerek İsrail'i tecrit etmeyi amaçlıyor. Türkiye'nin planlarına göre bu, siyasi ve ekonomik alanda bölgedeki Müslüman ülkeler ve İslam-Arap örgütleri (İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği) aracılığıyla, operasyonel alanda ise yalnızca İsrail'in müttefiki olmakla kalmayıp aynı zamanda İsrail tarafına gerekli stratejik derinliği de sağlayan Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yönelik bir gözdağı politikasının uygulanmasıyla gerçekleştirilecek.


Dolayısıyla Yunanistan, Kıbrıs'la kablo bağlantı programını iptal etmeye karar verse bile, Türkiye'nin saldırganlığı devam edecek, çünkü artık daha çok Türkiye-İsrail ilişkilerinin dinamiklerine bağlı.


Türkiye, Atina ve Lefkoşa'yı İsrail-Kıbrıs-Yunanistan üçgeninden çıkarmak için bir kez daha sindirme politikası uygulamaya çalışacaktır. Zira Türk tarafı, çok sevdiği ve ezeli taktiğine uygun olarak, şu anda tehditleri balamisleştirme politikasını uygulayarak, hasımlarıyla bir bütün olarak değil, tek tek mücadele etmeyi hedeflemektedir. Bu durumda Türkiye önce İsrail'i, ardından Yunanistan ve Kıbrıs'ı seçmiştir.


Yunanistan ve Güney Kıbrıs, İsrail-Türkiye gerginliğinin tırmanması halinde, devam etmesi ve muhtemelen daha agresif bir biçim alması beklenen Türk baskısına karşı teyakkuzda olmalı.


* Emekli Korgeneral Lazaros Kambouridis, Milli Savunma Okulu mezunudur, Nottingham Trend Üniversitesi'nden MBA derecesine sahiptir, Selanik Üniversitesi Tarih ve Etnoloji Bölümü mezunudur ve Panteion Üniversitesi'nde doktora adayıdır. 1995-1999 yılları arasında İstanbul'daki Yunan Diplomatik Misyonu Üyesi ve 2013-2017 yılları arasında Bakü'de paralel akreditasyonla Ankara'daki Yunan Büyükelçiliği'nde Savunma Ataşesi olarak görev yapmıştır. Amerikan düşünce kuruluşu " Savunma ve Dış İlişkiler "in iş birlikçisidir. Mart 2022'de emekli olmuştur.

Kaynak

17 Eylül 2025 Çarşamba

İSVİÇRE PARLAMENTOSU'NDA SOYKIRIMLAR TANINSIN KONULU KONFERANS GERÇEKLEŞTİRİDİ 

Haber : Gizem Yılmaz


Avrupa Suryani Birliği (ESU) tarafından düzenlenen ve 17 Eylül 2025'te İsviçre Parlamentosu'nda düzenlenen konferansta, Suriyelilere, Pontuslulara ve Ermenilere karşı işlenen soykırımların bölümü yapıldı.


Ermeniler adına Toros Korkmaz konuk olarak konuşurken, çeşitli Suriyeli temsilciler İsviçreli parlamenterleri 20. yüzyılın başlarında yaşanan soykırım hakkında bilgilendirdi.

Pontuslular adına yazar Tamer Çilingir davet edildi ve İsviçreli parlamenterlere bir metin sundu.


Tamer Çilingir'in İsviçreli parlamenterlere sunduğu metnin tamamı:


Sayın İsviçre Parlamentosu Üyeleri,


Bugün bana tarihin trajik ve çoğu zaman bakıldığında kaçan bir bölüm olan, günümüz Türkiye'sinin Karadeniz kıyısındaki Pontus bölgesinde yaşanan olaylar hakkında konuşma fırsatı sunduğunuz için teşekkür ederim.


Pontus, 3.000 harfli uzun bir süre boyunca Pontuslular olarak bilinen Yunancanın anavatanıydı. 20. yüzyılın başlarında Avrupa Rönesansı'na benzer bir kültürel ve entelektüel gelişme dönemi yaşandı.

Trabzon, Samsun ve Giresun gibi şehirlerde edebiyat, sanat, bilim ve eğitim gelişiyor ve yayınlanıyor.


1914 gibi erken bir zamanda kadınlar kriket, golf ve tenis gibi sporlar yapıyorlardı. Sokaklarda piyano ve geleneksel lir sesleri duyuluyordu.

1890'da Trabzon'da bir filarmoni orkestrası kuruldu ve yerel hastanede modern teknolojiler kullanıldı. 1856'dan beri kadın kulüpleri ve okulları, kadınların kurtuluşunun önünü açmıştı.


Ancak bu ilerleme gücü sona erdi. 1914-1923 yılları arasında, Ermenilere ve Süryanilere yönelik katliamların ardından, Pontus Rumları, Osmanlı İmparatorluğu'nun yaşadığı dönemde sistematik bir soykırımın kurbanı oldular. Bu süreç, Türkiye'de "Kurtuluş Savaşı" olarak bilinen dönemde doruk noktasına ulaştı.


Hıristiyan Rumlar ya katledildi ya da zorunlu nüfus mübadelesi yoluyla yerlerinden edildi. Geride kalan Müslüman Pontuslular ise "Türkleştirme" politikası çerçevesinde bir asırlık baskı ve asimilasyona maruz kalıyorlar.

Aydınlar, sanatçılar, doktorlar ve eserlerkârlar yok edildi; kiliseler, okullar ve kültürel miraslar yok edildi; Rum malları yağmalandı.


Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucuları daha sonra "eğitimsiz ve kusurlu bir Anadolu'yu medenileştirdiklerini" iddia ettiler. Gerçekte ise, bölgesel zenginlik ve kültürel seçkinlerin yanı sıra refahını da kendileri yoklardı.


Bugün Pontus'ta milyonlarca insan yaşıyor ve bunların büyük bir kısmı zorla değiştirmiş Rumların torunları.

Bu soykırımın İsviçre Parlamentosu tarafından tanınması, yalnızca tarihi bir yaranın iyileşmesine yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda Türk toplumunu geçmişiyle yüzleşmeye de teşvik edecektir.


Bu adaletsizliği tanıma sorumluluğunuzu ve duyarlılığınızı rica ediyorum. Adalet ve insanlık adına gösterdiğiniz ilgi ve çaba için teşekkür ederim.


En derin saygılarımla,


Tamer Çilingir


17 Eylül 2025, Bern


.........


ΣΥΝΕΔΡΙΟ ΣΤΟ ΕΛΒΕΤΙΚΟ ΚΟΙΝΟΒΟΥΛΙΟ ΓΙΑ ΤΗΝ ΑΝΑΓΝΩΡΙΣΗ ΤΩΝ ΓΕΝΟΚΤΟΝΙΩΝ

Γκιζέμ Γιλμάζ


Στο συνέδριο που οργανώθηκε από την Ευρωπαϊκή Ένωση Συρίων (ESU) και πραγματοποιήθηκε στο Ελβετικό Κοινοβούλιο στις 17 Σεπτεμβρίου 2025, ζητήθηκε η αναγνώριση των γενοκτονιών που διαπράχθηκαν εναντίον των Συρίων, των Ποντίων και των Αρμενίων.

Εκ μέρους των Αρμενίων μίλησε ως προσκεκλημένος ο Τόρος Κορκμάζ, ενώ διάφοροι Σύριοι εκπρόσωποι ενημέρωσαν τους Ελβετούς βουλευτές σχετικά με τη γενοκτονία που έλαβε χώρα στις αρχές του 20ού αιώνα.

Εκ μέρους των Ποντίων, ο συγγραφέας Ταμέρ Τσιλινγκίρ προσκλήθηκε και παρουσίασε ένα κείμενο στους Ελβετούς βουλευτές.


Ολόκληρο το κείμενο που παρουσίασε ο Ταμέρ Τσιλινγκίρ στους Ελβετούς βουλευτές:


Αξιότιμα Μέλη του Ελβετικού Κοινοβουλίου,


Σας ευχαριστώ που μου δίνετε σήμερα την ευκαιρία να μιλήσω για ένα τραγικό και συχνά παραγνωρισμένο κεφάλαιο της ιστορίας – τα γεγονότα που συνέβησαν στην περιοχή του Πόντου, στις ακτές του Εύξεινου Πόντου, στα εδάφη της σημερινής Τουρκίας.


Ο Πόντος υπήρξε η πατρίδα του ελληνικού λαού, γνωστού ως Πόντιοι, για περισσότερα από 3.000 χρόνια. Στις αρχές του 20ού αιώνα, η περιοχή γνώρισε μια περίοδο πολιτιστικής και πνευματικής άνθησης, συγκρίσιμη με την Ευρωπαϊκή Αναγέννηση.

Σε πόλεις όπως η Τραπεζούντα, η Σαμψούντα και η Γκιρεσούν αναπτύχθηκαν και διαδόθηκαν η λογοτεχνία, η τέχνη, η επιστήμη και η εκπαίδευση.

Ήδη το 1914, οι γυναίκες ασχολούνταν με αθλήματα όπως το κρίκετ, το γκολφ και το τένις. Στους δρόμους ακούγονταν ήχοι πιάνου και παραδοσιακής λύρας.

Το 1890 είχε ιδρυθεί φιλαρμονική ορχήστρα στην Τραπεζούντα, ενώ στο τοπικό νοσοκομείο χρησιμοποιούνταν οι πιο σύγχρονες τεχνολογίες.

Από το 1856 γυναικείοι σύλλογοι και σχολεία είχαν ανοίξει τον δρόμο για την απελευθέρωση των γυναικών.


Ωστόσο, αυτή η πρόοδος τερματίστηκε βίαια. Μεταξύ 1914–1923, μετά τις σφαγές εναντίον των Αρμενίων και των Συρίων, οι Πόντιοι Έλληνες υπήρξαν θύματα μιας συστηματικής γενοκτονίας κατά τη διάρκεια της παρακμής της Οθωμανικής Αυτοκρατορίας. Η διαδικασία κορυφώθηκε την περίοδο που στην Τουρκία αποκαλείται «Πόλεμος της Ανεξαρτησίας».

Οι χριστιανοί Έλληνες είτε σφαγιάστηκαν είτε εκτοπίστηκαν με αναγκαστικές ανταλλαγές πληθυσμών. Οι μουσουλμάνοι Πόντιοι που παρέμειναν υπέστησαν επί έναν αιώνα πιέσεις και αφομοίωση με σκοπό την «εκτουρκιστική» πολιτική.

Διανοούμενοι, καλλιτέχνες, γιατροί και τεχνίτες εξοντώθηκαν· εκκλησίες, σχολεία και η πολιτιστική κληρονομιά καταστράφηκαν· οι περιουσίες των Ελλήνων λεηλατήθηκαν.

Çok teşekkür ederim. «εκπολίτισαν μια αμόρφωτη και φτωχή Ανατολία". Bu yüzden çok mutluyum, bu yüzden çok mutluyum bu, sizin için önemli olan bir şey değil.


Bu, sizin için önemli olan bir şey değil, Bu, sizin için önemli olan bir şey değil.

Bu, sizin için önemli olan bir şey değil mi? συμβάλει μόνο στην επούλωση μιας ιστορικής πληγής, αλλά θα ενθαρρύνει επίσης την τουρκική κοινωνία να έρθει αντιμέτωπη με το çok iyi.


Απευθύνομαι στην ευθύνη και την ευαισθησία σας για να αναγνωρίσετε çok güzel. Bu, sizin için önemli olan bir şey değil. Bu çok önemli.


Με τον βαθύτατο σεβασμό μου,

Ταμέρ Τσιλινγκίρ

17 Ağustos 2025, Ağustos

5 Eylül 2025 Cuma

6-7 Eylül 1955 Pogromu: Türkiye’de Azınlıklara Yönelik Şiddetin Sosyo-Politik ve Uluslararası Bağlamı

Yannis Vasilis Yaylalı 


1. Giriş


6-7 Eylül 1955’te başta İstanbul ve İzmir olmak üzere birçok yerde gerçekleşen pogrom, Türkiye’de azınlıklara yönelik sistematik şiddetin en çarpıcı örneklerinden biridir. Özellikle Rum toplumu hedef alınmış, ancak Ermeni ve Yahudi toplulukları da ciddi şekilde etkilenmiştir. Resmi kaynaklara göre, 4.214 ev, 1.004 iş yeri, 73 kilise, 1 sinagog ve 26 okul tahrip edilmiş; 11 ila 15 kişi hayatını kaybetmiş, yüzlerce kişi yaralanmış ve 50 ila 200 gayrimüslim kadına tecavüz edilmiştir (Güven, 2005; Vryonis, 2005). Ancak İnsan Hakları Derneği (İHD), resmi kayıtların gerçeği tam yansıtmadığını, öldürülen kişi sayısının 37, tecavüz vakalarının ise 400 civarında olduğunu belirtir (İHD, 2024). Dilek Güven (2005), pogromun devlet tarafından organize edildiğini ve azınlıkların ekonomik gücünü kırmak için sistematik bir planın parçası olduğunu belirtir. 

Güven, olayların, azınlıkların yalnızca maddi varlıklarını değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel kimliklerini yok etmeyi amaçladığını vurgular. Örneğin, Güven’e göre, pogrom sırasında Rumlara ait dükkânların ve evlerin hedef alınması, ekonomik hayattan dışlanma politikalarının bir uzantısıydı ve bu, Türk burjuvazisinin güçlenmesine hizmet etti (Güven, 2005). Uzay Bulut (2020), pogromu “Türkiye’nin Kristal Gecesi” olarak nitelendirerek, Nazi Almanyası’nın 1938’deki Kristallnacht’ına benzetir ve olayların, azınlıkları sistematik bir şekilde göçe zorlama amacı taşıdığını savunur (Bulut, 2020). Serdar Korucu (2019), Fener Rum Patrikhanesi fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un çektiği fotoğraflara dayanarak, cinsel şiddet vakalarının resmi rakamlardan çok daha yüksek olduğunu ve pogromun toplumsal onuru kırmayı hedeflediğini belirtir (Korucu, 2019). Mihail Vasiliadis, Apoyevmatini gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak, 6-7 Eylül olaylarını, ulus-devlet oluşturma sürecinde azınlıkları eritme politikasının bir halkası olarak tanımlar ve olayların, devlet tarafından planlanan bir “eritme programının” parçası olduğunu vurgular (Vasiliadis, 2017). İHD, pogromun titizlikle örgütlenmiş bir özel harp faaliyeti olduğunu ve Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından planlanarak devlet dersini iyi ezberlemiş kalabalıklar tarafından şevkle uygulandığını ifade eder (İHD, 2024).(https://www.ihd.org.tr/6-7-eylul-1955-yalnizca-bir-devlet-operasyonu-mu-2/)


2. Tarihsel Arka Plan


1950’li yıllar, Demokrat Parti (DP) hükümetinin ekonomik sorunlar, Soğuk Savaş dinamikleri ve Kıbrıs meselesiyle karşı karşıya olduğu bir dönemdi. Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrası ekonomik krizle mücadele ediyor, aynı zamanda NATO üyesi olarak Soğuk Savaş’ın Batı ittifakı içinde yer alıyordu. Baskın Oran (2005), Cumhuriyetin erken dönemlerinden itibaren uygulanan “Türkleştirme” politikalarının, azınlıkları ekonomik ve sosyal alanlardan dışlamayı hedeflediğini belirtir. 1942 Varlık Vergisi, gayrimüslim toplulukların servetlerini hedef alarak onları ekonomik olarak zayıflatmış; “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları ise kültürel asimilasyonu zorlamıştı (Oran, 2005, s. 123-125). Levent Odabaşı (2022), 6-7 Eylül Pogromu’nu, bu politikaların bir uzantısı olarak değerlendirir ve olayların, “ekonominin millileştirilmesi ve etnik homojenleştirme” amacı taşıdığını savunur (Odabaşı, 2022). Mihail Vasiliadis, olayların arka planını, ulus-devlet oluşturma sevdasında olanların “tek dil, tek din, tek devlet” anlayışıyla şekillendirdiğini belirtir. Vasiliadis’e göre, 6-7 Eylül, 1920’lerden itibaren uygulanan Varlık Vergisi, toplama kampları ve mübadele gibi politikaların bir devamı olarak, azınlıkları sistematik bir şekilde eritmeyi hedefleyen bir zincirin halkasıdır (Vasiliadis, 2017). Kıbrıs meselesi, 1950’lerde Türk-Yunan ilişkilerini oldukça geren temel bir unsur haline geldi. 1955’te, İngiltere’nin sömürgesi olan Kıbrıs’ta iki güçlü akım bulunmaktaydı. İlki, Kıbrıs’ı İngiltere’nin sömürgesi olmaktan çıkarmak istiyordu. İkinci akım ise, Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini savunuyor ve bunu uluslararası platformlarda dile getiriyordu. İngilizlerin etkisi ve yönlendirmesi altında olan Türkiye ise adanın bölünmesini veya statükonun korunmasını savunuyordu. 29 Ağustos 1955’te Londra’da başlayan Tripartite Konferansı’nda, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs’ın geleceğini tartışmak üzere bir araya geldi. Speros Vryonis (2005), pogromun, Türk istihbaratı tarafından Selanik’te Mustafa Kemal’in evine Oktay Engin adlı bir öğrenci aracılığıyla bomba yerleştirilmesiyle başlatılan bir “false flag” operasyonu olduğunu belirtir. Bu olay, konferansta Türk tarafının elini güçlendirmek için planlanmış bir provokasyon olarak değerlendirilir (Vryonis, 2005, s. 103-105). Mihail Vasiliadis, bu bağlamda, İngiltere’nin 1945 sonrası azalan küresel egemenliğini telafi etmek için Kıbrıs’ı bir “batmayan uçak gemisi” olarak kullanmak istediğini ve Türkiye’yi bu meseleye çekmek için provokasyonlar yarattığını savunur. Vasiliadis, Patrik Athenagoras’ın o dönemde Türkiye’yi desteklediğini, ancak derin devletin olayları yönlendirdiğini ifade eder (Vasiliadis, 2019). Hatta 6-7 Eylül 1955 pogromu sonrası dahi Patrik Athenagoras “Burada, yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için; Rumlar düştüğü yerden doğrulacaklar ve yerimizde kalacağız. Doğduğumuz, büyüdüğümüz; dedelerimizin ve babalarımızın ‘şimdi kırık dökük de olsa’ mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız. Bizler bu ülkede lütuf ve keyfi kararlarla kalmıyoruz. Kalmaya hakkımız oldığı için buradayız.” diyecektir. Uzay Bulut (2020), pogromun, Türkiye’nin azınlıklara yönelik uzun vadeli politikalarının bir parçası olduğunu ve olayların, Rumları ekonomik ve kültürel olarak yok etmeyi hedeflediğini  savunur. Bulut, 'Barış İçin Aktivite' sitesinde yayınlanan yazısında, pogromun, Nazi Almanyası’nın Kristallnacht’ına benzer şekilde, devlet destekli bir etnik temizlik operasyonu olduğunu belirtir. Bulut’a göre, olaylar, sadece maddi yıkım değil, aynı zamanda azınlıkların Türkiye’deki varlığını ortadan kaldırmayı amaçlamıştır (Bulut, 2020).


3. Olayların Seyri


6 Eylül 1955 günü saat 13:00’te, devlet radyosunun “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” haberi, İstanbul Ekspres gazetesinin iki ayrı baskıyla (290.000 adet) yayıldı ve kitleleri galeyana getirdi (Odabaşı, 2022). Dilek Güven (2005), pogromun, Milli Emniyet Hizmetleri (MAH) ve DP’ye bağlı gruplar tarafından önceden planlandığını, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin hedef alınması için adres listelerinin devlet tarafından hazırlandığını belirtir. Güven, bu listelerin, saldırganların hedeflerini sistematik bir şekilde seçmesini sağladığını ve olayların sadece İstanbul’la sınırlı kalmayıp İzmir ve Ankara’ya da yayıldığını vurgular. Örneğin, Güven’e göre, İstanbul’daki Rum mahallelerinde organize çeteler tarafından gerçekleştirilen saldırılar, önceden belirlenmiş hedeflere yönelikti ve bu, devletin olayları kontrol etme niyetinde olmadığını gösterir. Güven, ayrıca, olayların öncesinde kapılara işaretler konulduğunu ve bu işaretlerin, hangi evlerin gayrimüslimlere ait olduğunu belirlemek için kullanıldığını belirtir. Güven, İstiklal Caddesi ve Tahtakale’de dükkânların tahrip edilmesi için kamyonlarla taş getirildiğini ve bu taşların camları kırmak için kullanıldığını ekler (Güven, 2005). İHD, pogromun titizlikle örgütlenmiş bir özel harp faaliyeti olduğunu ve Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından planlanarak devlet dersini iyi ezberlemiş kalabalıklar tarafından uygulandığını vurgular. İHD’ye göre, ellerinde Türk bayrakları taşıyan ve kamyonlarla taşınan kalabalık gruplar, Yeşilköy’den Nişantaşı’na, Aksaray’dan Edirnekapı’ya, Laleli’den Bakırköy’e, Beykoz’dan Kalamış’a, İstinye’den Çengelköy’e kadar 40 kilometre karelik bir alanda Rum, Yahudi, Ermeni ve diğer Müslüman olmayan yurttaşların ev ve iş yerlerine saldırarak yakmış, yıkmış, yağmalamış, linç etmiş, tecavüz etmiş ve öldürmüştür. İHD, resmi kayıtlara göre 37 kişinin öldürüldüğünü, ancak tecavüz vakalarının resmi rakamlarda 60 olarak geçmesine rağmen gerçek sayının 400 civarında olduğunu belirtir. Ayrıca, 90 yaşındaki rahip Hrisantos Mantas’ın diri diri yakıldığını, en az birkaç rahibin bıçakla ve zorla sünnet edildiğini ve onlarca kişinin linç edildiğini aktarır. İHD, olayların sadece İstanbul’la sınırlı kalmadığını, İzmir, Ankara ve hatta Urfa, Mardin ve Midyat’ta Süryanilere yönelik saldırılar gerçekleştiğini vurgular (İHD, 2024).(https://www.ihd.org.tr/6-7-eylul-1955-yalnizca-bir-devlet-operasyonu-mu-2/) Mihail Vasiliadis, 6-7 Eylül olaylarına 15 yaşında bir tezgahtar olarak tanıklık ettiğini ve olayların yaşandığı gün, tanımadığı kişilerin sabahın erken saatlerinde dükkânların önünden geçtiğini gözlemlediğini belirtir. Vasiliadis, kendi apartmanlarının kapıcısı Ahmet Efendi’nin, Türk bayrağıyla kapının önüne çıkarak “Burada gavur yok, hepsi Türk’tür” diyerek kalabalığı engellediğini ve böylece apartmanlarının zarar görmediğini aktarır. Ancak, Vasiliadis, polisin olaylara müdahale etmediğini, hatta bazı polislerin “Ben bugün polis değilim, Türküm” diyerek kalabalığa karıştığını ifade eder. Vasiliadis’e göre, bu durum, polisin önceden “hiçbir şeye karışmama” talimatı aldığını gösterir ve olayların devlet tarafından organize edildiğini doğrular (Vasiliadis, 2018; 2017). Serdar Korucu (2019), Fener Rum Patrikhanesi fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un çektiği fotoğrafların, pogromun vahşetini belgelediğini belirtir. Fotoğraflar, kiliselerin, mezarlıkların ve dini objelerin sistematik bir şekilde tahrip edildiğini gösterir. Özellikle Balıklı Rum Mezarlığı’nda açılan mezarlar ve kırılan haçlar, pogromun dini ve kültürel bir yok etme amacı taşıdığını kanıtlar (Korucu, 2019). Resmi kaynaklara göre pogromun bilançosunu yazının girişinde paylaşmıştık, ancak Vryonis (2005), gerçek rakamların daha yüksek olabileceğini, çünkü resmi raporların olayların boyutunu azaltmaya çalıştığını belirtir (Vryonis, 2005, s. 107). Uzay Bulut (2020), pogromun, azınlıkları korkutarak göçe zorlama amacı taşıdığını ve bu hedefin başarıldığını vurgular. Bulut, pogrom sırasında Rum kadınlara yönelik cinsel saldırıların, toplumun onurunu kırmayı hedeflediğini belirtir. Örneğin, tanık anlatılarına göre, Beyoğlu’nda bir Rum kadınının evine girilerek tecavüze uğradığı ve bu tür olayların, resmi raporlarda gizlendiği ifade edilir (Bulut, 2020). Bulut, ayrıca, pogromun, Rum esnafların dükkânlarının yağmalanmasıyla ekonomik güçlerini kaybetmelerine yol açtığını ve bu durumun, Türk burjuvazisinin güçlenmesini sağladığını savunur (Bulut, 2020). Dilek Güven (2005), bu ekonomik dışlamanın, azınlıkların İstanbul’daki ticari ağlarını çökerttiğini ve özellikle Rum esnafların dükkânlarının hedef alınmasının, devletin “ekonomik Türkleştirme” politikalarının bir parçası olduğunu ekler (Güven, 2005). Sabri Yirmibeşoğlu, 1991’de gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyerek pogromun devlet ve hükümet tarafından yapıldığını itiraf etmiştir (Güllapoğlu, 1991, s. 104). Yirmibeşoğlu, 2010’da Habertürk’e verdiği röportajda bu sözleri yalanlamaya çalışsa da, “Kıbrıs’ta cami yaktık” gibi ifadelerle tartışmayı alevlendirmiştir (Korucu, 2019). Dilek Güven (2005), Yirmibeşoğlu’nun bu itirafının, pogromun Özel Harp Dairesi tarafından organize edildiğini doğruladığını ve devletin, azınlıkları hedef alarak toplumsal düzeni manipüle ettiğini gösterdiğini belirtir (Güven, 2005). İHD, Yirmibeşoğlu’nun itirafını destekleyerek, pogromun Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından planlandığını ve devlet dersini iyi ezberlemiş kalabalıklar tarafından şevkle uygulandığını vurgular (İHD, 2024).(https://www.ihd.org.tr/6-7-eylul-1955-yalnizca-bir-devlet-operasyonu-mu-2/)


4. Sosyo-Politik ve Uluslararası Nedenler


6-7 Eylül Pogromu’nun nedenleri, ekonomik, siyasi ve uluslararası faktörlerin birleşimiyle açıklanabilir. Baskın Oran (2005), DP hükümetinin ekonomik krizle mücadele edemediğini ve Rumları “günah keçisi” yaparak halkın öfkesini yönlendirdiğini belirtir. 1950’lerde Türkiye’de ekonomik sorunlar artmış, enflasyon ve işsizlik halk arasında huzursuzluk yaratmıştı. Rumların ticari hayatta güçlü konumu, milliyetçi söylemlerle birleştiğinde, onları hedef haline getirdi (Oran, 2005, s. 130-132). Levent Odabaşı (2022), pogromun, “iktisadi hayatın Türklere verilmesi” ve etnik homojenleştirme politikalarının bir sonucu olduğunu savunur. Odabaşı, olayların, azınlıklara “misafir” statüsü dayatarak onların ülkede kalıcı olmadıkları mesajını verdiğini belirtir (Odabaşı, 2022). Kıbrıs görüşmeleri, pogromun uluslararası bağlamını oluşturur. Londra’daki Tripartite Konferansı (29 Ağustos-7 Eylül 1955), Türk-Yunan ilişkilerinde bir dönüm noktasıydı. Dilek Güven (2005), pogromun, Kıbrıs meselesiyle bağlantılı olarak Türk devletinin uluslararası alanda elini güçlendirmek için düzenlediği bir provokasyon olduğunu belirtir. Güven, özellikle Selanik’teki bombanın, Türk istihbaratı tarafından planlandığını ve bu olayın, halkı galeyana getirmek için kullanıldığını savunur. Güven, ayrıca, olayların öncesinde Türk basınında Rumlara karşı olumsuz bir imaj yaratıldığını ve bu imajın, halkın öfkesini körüklediğini belirtir (Güven, 2005). Mihail Vasiliadis, bu noktada, dönemin gazetelerinde Rumlara karşı nefret söyleminin yaygın olduğunu ve bu söylemin, toplumda Rumlara yönelik öfkeyi artırdığını ifade eder. Vasiliadis, özellikle “bizden olanlar, bizden olmayanlar” gibi söylemlerin, Peyami Safa gibi yazarlar tarafından kullanıldığını ve bu tür yazılar nedeniyle kendisinin gazetecilik mesleğini seçtiğini belirtir (Vasiliadis, 2017). Uzay Bulut (2020), pogromun, Türk devletinin azınlıklara yönelik sistematik politikalarının bir parçası olduğunu ve olayların, Rumları ekonomik ve kültürel olarak yok etmeyi amaçladığını belirtir. Bulut, 6-7 Eylül pogromunun, Nazi Almanyası’nın Kristallnacht’ına benzer şekilde, devlet destekli bir etnik temizlik operasyonu olduğunu savunur. Bulut, örnek olarak, pogrom sırasında Rum esnafların dükkânlarının yağmalanmasını ve kiliselerin tahrip edilmesini gösterir. Ayrıca, olayların, Rum toplumunun İstanbul’daki varlığını neredeyse tamamen ortadan kaldırdığını ve bu durumun, devletin etnik homojenleştirme politikalarının başarısı olduğunu ifade eder (Bulut, 2020). Alfred-Maurice de Zayas (2007), pogromu “azınlıkları göçe zorlama stratejisi” olarak tanımlar ve uluslararası toplumun, Türkiye’ye yeterli baskı uygulamamasını eleştirir (de Zayas, 2007, s. 89-91). Yassıada yargılamaları, pogromun devlet bağlantısını ortaya koyan önemli bir süreçtir. 1960 darbesinden sonra kurulan Yassıada mahkemelerinde, Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun olayları planladığına dair iddialar gündeme geldi. Menderes, mahkemede olayların “milli hislerin şevkiyle nezih gösteriler” olarak başladığını, ancak kontrolden çıktığını savundu (Güven, 2005). Dilek Güven (2005), Yassıada yargılamalarının, devletin sorumluluğunu örtbas etmeye çalıştığını, ancak mahkeme belgelerinin, pogromun devlet tarafından yönlendirildiğine dair güçlü kanıtlar sunduğunu belirtir. Örneğin, Güven, pogromdan sonra hükümetin olayları “spontane” bir halk hareketi olarak sunmaya çalıştığını, ancak organize çetelerin varlığının ve adres listelerinin devlet tarafından hazırlanmış olmasının bu iddiayı çürüttüğünü savunur. Güven, ayrıca, Fahri Çoker’in arşivindeki fotoğrafların, olayların planlı doğasını belgelediğini ve askeri mahkemelerde bu belgelerin kullanıldığını belirtir (Güven, 2005).


5. Uzun Vadeli Etkiler


6-7 Eylül Pogromu, Türkiye’deki Rum nüfusunun dramatik bir şekilde azalmasına yol açtı. Dilek Güven (2005), 1955’te yaklaşık 100.000 olan İstanbul Rum nüfusunun, pogrom sonrası büyük ölçüde Yunanistan’a ve diğer ülkelere göç ettiğini ve 1970’lere gelindiğinde bu sayının birkaç bine düştüğünü belirtir. Güven, pogromun, Rum toplumunun ekonomik, kültürel ve dini varlığını hedef aldığını ve İstanbul’un çok kültürlü dokusuna onarılmaz bir zarar verdiğini vurgular. Örneğin, Güven, pogromun, Rumların ticari ağlarını çökerttiğini ve bu durumun, Türk burjuvazisinin ekonomik alanda güçlenmesine olanak sağladığını belirtir (Güven, 2005). Serdar Korucu (2019), Kalumenos’un fotoğraflarının, kiliselerin, mezarlıkların ve dini objelerin sistematik bir şekilde tahrip edildiğini gösterdiğini ifade eder (Korucu, 2019). Mihail Vasiliadis, pogromun uzun vadeli etkilerini, hem Rum toplumu hem de Türkiye’nin uluslararası prestiji açısından değerlendirir. Vasiliadis’e göre, 6-7 Eylül olayları, kısa vadede gayrimüslim azınlıklara zarar vermiş, ancak uzun vadede Türkiye’nin prestijine büyük bir darbe vurmuştur. Vasiliadis, olayların, dünya kamuoyunda 1915 olaylarıyla birlikte değerlendirildiğini ve Türkiye’nin Batı’ya entegrasyonunu zorlaştırdığını belirtir. Ayrıca, pogromun, Rum toplumunun Türkiye’ye olan bakışını değiştirdiğini ve birçok Rumu göçe zorladığını ifade eder. Vasiliadis, 1964’te Yunan vatandaşlarının sınır dışı edilmesiyle birlikte Rum nüfusunun 90.000’den 30.000’in altına düştüğünü ve bu erozyonun, Apoyevmatini gazetesinin tirajını da ciddi şekilde etkilediğini vurgular (Vasiliadis, 2019; 2017). Uzay Bulut (2020), pogromun uzun vadeli etkilerini detaylı bir şekilde ele alır. Bulut, pogromun, Rum toplumunun İstanbul’daki varlığını neredeyse tamamen yok ettiğini ve bu durumun, Türk devletinin etnik homojenleştirme politikalarının bir başarısı olduğunu belirtir. Örneğin, Bulut, 6-7 Eylül pogromu sonrası Rumların büyük çoğunluğunun Yunanistan’a veya başka ülkelere göç ettiğini ve İstanbul’un çok kültürlü dokusunun kalıcı olarak zarar gördüğünü vurgular. Ayrıca, pogromun, Ermeni ve Yahudi toplulukları üzerinde de benzer bir korku ve göçe zorlama etkisi yarattığını ifade eder (Bulut, 2020). Bulut, uluslararası basında olayların “etnik temizlik” olarak nitelendirildiğini ve 1995’te ABD Senatosu’nun pogromu anma günü ilan eden bir karar aldığını, ancak Türkiye’nin bu konuda resmi bir adım atmadığını belirtir (Bulut, 2020). Alfred-Maurice de Zayas (2007), Türkiye’nin resmi bir özür veya tazminat sunmamasını eleştirir ve pogromun, azınlık haklarının korunması konusunda uluslararası bir başarısızlık örneği olduğunu belirtir (de Zayas, 2007, s. 91). Pogromun ekonomik etkileri de derin olmuştur. Rumların ticari hayattan dışlanması, Türk burjuvazisinin güçlenmesine yol açmış, ancak bu süreç, İstanbul’un ekonomik ve kültürel çeşitliliğini zayıflatmıştır. Levent Odabaşı (2022), pogromun, “iktisadi hayatın Türklere teslim edilmesi” hedefini gerçekleştirdiğini, ancak bu hedefin, uzun vadede Türkiye’nin kültürel zenginliğini yok ettiğini savunur (Odabaşı, 2022). Dilek Güven (2005), pogromun, azınlıkların sosyal ve ekonomik hayatın dışına itilmesiyle sonuçlanan bir “kültürel soykırım” olduğunu ve bu durumun, Türkiye’nin çok kültürlü mirasını kalıcı olarak yok ettiğini ekler (Güven, 2005).


6. Sonuç


6-7 Eylül 1955 Pogromu, Türkiye’de azınlıklara yönelik sistematik şiddetin ve Türkleştirme politikalarının en açık örneklerinden biridir. Levent Odabaşı’nın (2022) “devlet piyesi” olarak nitelediği pogrom, Sabri Yirmibeşoğlu’nun itiraflarıyla devletin rolü teyit edilmiştir (Odabaşı, 2022). Dilek Güven (2005), pogromun, devletin azınlıkları ekonomik ve kültürel olarak yok etme hedefinin bir parçası olduğunu ve bu hedefe büyük ölçüde ulaşıldığını belirtir. Güven, özellikle Yassıada yargılamalarının, devletin sorumluluğunu örtbas etmeye çalıştığını, ancak olayların planlı doğasının açıkça ortaya çıktığını vurgular (Güven, 2005). Uzay Bulut (2020), pogromu “Türkiye’nin Kristal Gecesi” olarak nitelendirerek, olayların etnik temizlik boyutunu ve Rum toplumunun ekonomik, kültürel ve dini varlığını yok etme hedefini ortaya koyar (Bulut, 2020). Mihail Vasiliadis, pogromun, ulus-devlet oluşturma sürecinde azınlıkları eritme politikasının bir parçası olduğunu ve bu olayların, Türkiye’nin uluslararası prestijine uzun vadeli zararlar verdiğini savunur. Vasiliadis, aynı zamanda, olayların Rum toplumunun Türkiye’ye olan güvenini sarsarak büyük bir göçe yol açtığını belirtir (Vasiliadis, 2019). Serdar Korucu, Baskın Oran, Speros Vryonis ve Alfred-Maurice de Zayas’ın çalışmaları, pogromun, yalnızca maddi bir yıkım değil, kültürel ve demografik bir soykırım olduğunu destekler. İHD, pogromun yalnızca bir devlet operasyonu olmadığını, aynı zamanda halkın katılımının boyutlarıyla da değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. İHD’ye göre, resmi tarihi sorgularken devletin suç işlediği, suçunu kabul etmediği, üzerini örttüğü, Rum toplumunun ağır kayıplarını tazmin etmediği ve bir özür bile dilemediği gerçeği açıktır. Ancak, İHD, halkın katılımının yeterince tartışılmadığını belirtir. Speros Vryonis’in çalışmasına atıfla, İstanbul Emniyet Müdürü’nün Yassıada duruşmalarında verdiği 300.000 kişi bilgisini inandırıcı bulmayan Vryonis, eldeki verilere dayanarak bu sayının 100.000 olduğunu belirtir. Bu, o günkü İstanbul nüfusunun onda biri anlamına gelir ve bugünkü nüfusa oranlandığında yaklaşık iki milyon kişinin katılımına denk gelir. İHD, bu ölçekte bir halk katılımının, pogromun toplumsal boyutlarını ve Hristiyan ile Yahudi düşmanlığını bir nefret suçu olarak lanetlemeyi gerektirdiğini ifade eder. İHD, ayrıca, pogromun faillerinin ortaya çıkarılması, can ve mal kayıplarının tespit edilmesi ve mağdurların maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi için bir Araştırma Komisyonu kurulmasını talep eder (İHD, 2024). (https://www.ihd.org.tr/6-7-eylul-1955-yalnizca-bir-devlet-operasyonu-mu-2/) Pogrom, Türkiye’nin çok kültürlü mirasına onarılmaz bir zarar vermiştir. İstanbul’un Rum, Ermeni ve Yahudi toplulukları, bu olaylardan sonra Türkiye’yi terk etmeye zorlanmış; şehir, tarihsel çeşitliliğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Türkiye’nin bu geçmişiyle yüzleşmesi, resmi bir özür ve mağdurlara tazminat sunulmasıyla mümkündür. Ayrıca, pogromun uluslararası bağlamı, özellikle Kıbrıs görüşmelerindeki provokasyon stratejisi, devletin azınlık politikalarının dış politikayla nasıl iç içe geçtiğini göstermektedir. Gelecekte benzer olayların önlenmesi için, Türkiye’nin azınlık haklarını koruma konusunda daha şeffaf ve kapsayıcı politikalar benimsemesi gerekmektedir.


Kaynakça


Bulut, U. (2020, Eylül 6). 6-7 Eylül 1955: Türkiye’nin Kristal Gecesi. Barış İçin Aktivite. https://barisicinaktivite.net/6-7-eylul-1955-turkiyenin-kristal-gecesi-uzay-bulut/


de Zayas, A.-M. (2007). The Genocide Convention: Historical and Legal Perspectives. New York: Oxford University Press.


Güven, D. (2005). 6-7 Eylül Olayları. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.


Güllapoğlu, F. (1991). Tanksız Topsuz Harekat: Psikolojik Harekat. İstanbul: Tekin Yayınevi.


İHD. (2024, Eylül 5). 6-7 Eylül 1955: Yalnızca Bir Devlet Operasyonu mu? İnsan Hakları Derneği. https://www.ihd.org.tr/6-7-eylul-1955-yalnizca-bir-devlet-operasyonu-mu-2/ (https://www.ihd.org.tr/6-7-eylul-1955-yalnizca-bir-devlet-operasyonu-mu-2/)


Korucu, S. (2019). Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6-7 Eylül 1955. İstanbul: İstos Yayın.


Odabaşı, L. (2022, Eylül 6). 6-7 Eylül 1955: ‘Ne mükemmel özel harp harekâtıydı!’. Sendika.Org. https://sendika.org/2022/09/6-7-eylul-1955-ne-mukemmel-ozel-harp-harekatiydi-665064 Oran, B. (2005).


Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama. İstanbul: İletişim Yayınları.


Vryonis, S. (2005). The Mechanism of Catastrophe: The Turkish Pogrom of September 6-7, 1955. New York: Greekworks.

“O ânı, o korkuyu ben her Eylül ayında yaşıyorum"

 Gazeteci-yazar Serdar Korucu 6-7 Eylül 1955 pogromunun hayatta kalan tanıklarıyla konuşarak yeni bir kitaba imza attı: “Akşam İstanbul'da Çok Fena Şeyler Oldu” başlıklı çalışma, İstos Yayınları'ndan çıktı. Adını taşıyan sözler Marina Kalumenu'ya ait. Kendisi Dimitrios Kalumenos'un, yani 6-7 Eylül 1955'i fotoğraflayarak, pogromun hafızalara kazınmasını sağlayan Patriklik fotoğrafçısının kızı. kitap, 

Türkiye, Yunanistan ve Fransa'da yaşayan 32 “son tanığın” dilinde o gece yaşananlar aktarılıyor. Hatırlanacağı üzere “Atatürk'ün Selanik'teki evi bombalandı” başlıklı sahte bir haber üzerine 6 Eylül gecesi İstanbul'da Rumlar başta olmak üzere gayrimüslimlere ait evler, dükkânlar, kiliseler yıkılmış, yakılmış ve yağmalanmıştı. Resmî kayıtlara göre yalnızca İstanbul'da 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır, 3.584'ü Rumlara ait olmak üzere 5.538 ev ve işyerleri yakılıp yıkılmıştı. İHD'nin raporlarına göre 35 kişi hayatını kaybetti. Korucu ile yeni çalışma konuştuk.


Kitabın bir özelliği şu: Olayı yaşayan tanıklarla konuşuyorsunuz. 6-7 Eylül pogromu 1955 yılında gerçekleşti. Olayı idrak etmek için hiç olmazsa on beş yaşında olmak farzedersek 80 ve üstü yaşlı insanların bulunması gerekiyor. Ama ne yazık ki artık zor. Zorlandınız mı?


Bir olay üzerinden ne kadar uzun zaman geçmişse hatırlama ihtimalimizin o kadar az olması ama Douwe Draaisma'nın da tükendiği gibi çocukluğa dair anıların ortaya çıkması, ilginç bir şekilde ille de yaşlılığı bekliyor ve bu muamma henüz çözülememiş durumda. Yine Draaisma'nın söylediği gibi sanki bunca yıl boyunca yayın kısıtlaması da yasağın kaldırılması için belli bir süre alınması gerekiyormuş gibidir. Bu nedenle kitaptaki tanıkların bazısı 7-8 yaş hatıralarını bile çok net aktarabildiler. Sanki dün yaşanmış gibi. Kare kare akıllarındaydı. O kuşaklarla temasa geçebilmek güç de olsa asıl zorluklar, bu isimleri ikna etmekti. Çünkü çok ağır bir konuda, belki de kalıcı travmaya neden olan bir geceyle ilgili hafızalarını açmalarını istedik. Belgelerin kapsamı Laki Vingas'ı benim için bu çalışma ile tamamlayabilirdi. Hem isimlerini bulmada hem onları ikna edip gerçeğin tamamını paylaşmalarını sağlamada kendisine ne kadar teşekkür etsem az.


Görüşmelerin bir kısmı yurt dışında gerçekleşti. Hangi kentlerden söz veriyoruz?


6-7 Eylül denildiğinde, konu İstanbul Rumları sonrasında Atina'dan başlamamak iptal edildi. Önemli bir kesim bugün mevcut Yunanistan'ın başkentinde yaşıyor ve çoğu benzer mahallelerde ikamet ediyor. Benim için bir başka önemli yer Paris'ti. Çünkü orada da Türkiye'den yıllar içerisinde kayıtlı ya da kayıtlı olan pek çok aile var. Bu nedenle kitabın önemli bir parçası oluşur.


Bu pogrom Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak özellikle Rumları hedef alıyordu ama Ermeniler, Yahudiler de nasibini aldı. Konuştuğunuz durumun gidişatında öyle mi oldu?


32 tanenin önemli bir kısmı Rumların içindendi. Burada bir parantez açmam gerek. Çünkü Ekümenik Patrik Hazretleri Bartholomeos'tan "Şimdi Kim Kaldı İmroz'da?" kitabın ardından bu çalışma için bir kez daha müzakere alma şansına eriştim. ölümlerin payı istisnai oldu. Evet, dediğiniz gibi 6-7 Eylül'ün ana hedefi Rumlardı. Fakat Ermeniler ve Yahudiler de zarar gördüler. Olabildiğince tüm kesimlerin yaşadıklarını aktarmaya çabaladık. Paris'te Ermeni toplumunun yoğun yaşadığı Alfortville'de Jirayr abi, Jirayr Karagöz sayesinde pek çok isme ulaştık. Umuzlaştığımız ama kısıtlı zaman nedeniyle bir araya gelemediğimiz çok isim var. Sadece Fransa'da değil, İstanbul için de benzeri bir durum söz konusu. Bu kitapta oyunun olması şansına eriştiğim Seçkin Erdi ile böyle bir karara vardık. Hepsi, kitabın ikinci baskısında okuyucu ile buluşacak, ayrıca yayımdan kısa bir süre önce geçen belgeleri de ortadan kaldıracak. Kitap tam çıkarken bu müjdeyi de verenlerin…


Bu kuşak böyle görünüyor -ve doğal olarak- çekiniyor. Yurt dışında daha mı rahat konuşuyorlar, Türkiye'dekiler hayatta kalıyorlar, izleriniz neler?


Bu algı kitabını okurken da yaratılacak. Belki başına vaka daha az şey gelenler Türkiye'de kaldı, belki kalma hallerini, hatırlamama-konuşmama bağlanmaları, bunu kesin bir şekilde deneyimleme olanağı. Fakat bir gerçek var, daha önce Türkiye kamuoyunda duyduğumuz ya da daha az öğrendiğimiz vakaları bu kitap için anlatanların tamamını yurt dışında yaşayanlar.





Bu kitapta bir de bugüne kadar çok üzerinde durulmamış bir yöne eğiliyorsunuz bu pogromun: Cinsel istismar. Bugün kadınlar taciz vakalarını devam ederken zorlanıyorlar, çoğunlukla o dönem için taciz değil, düpedüz şiddet ve tecavüzden bahsediyoruz. Bunları konuşmak muhtemelen zor oldu ama konuşabildiniz mi ve nasıl bir tablo ortaya çıktı?





Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos, o yıkımın hemen ardından kaleme kayıtlı bir yazıda, "Sadece cansız şeyler mi acı çekti? Hayır! Belgradkapı mahallesinde yaşayan fakir bir bahçıvanın üç genç kızına tecavüze uğramadan gözden kaybolmak mı? Ortaköy'de tecavüze uğrayan ve hemen akabinde tecavüze uğrayan ve hemen akabinde kaçan seksen çıkan kadından kaçarak mı? Diğer tecavüzleri aktaralım mı?" Der. Hesabının başlığını aldığında, Atina'da onunla görüştüğümüz kızı Marina Kalumenu'nun “Akşam İstanbul'da çok fena şeyler oldu” hikayeleri altında da belki bu zaten gizli…





Dilek Güven, yakın dönemde 6-7 Eylül'de bir nevi fitilini ateşleyen, bizlerin önünü açan çalışmalarını, arşiv belgelerinde Balıklı Hastanesi Başhekiminin ifadesine yer verdiğini ve hastanede 60 kadının cinsel istismar nedeniyle tedavi gördüğünü ifade ediyor. Dimitrios Kalumenos ise daha yüksek bir sayı veriyor ve “200 kadına tecavüz ve sömürülüyordu” yazıyordu. Tam sayıyı bilmek mümkün değil. Çünkü o gecenin tanıklarının da sık sık çizdiği gibi 6-7 Eylül gibi bir gecenin ardından kim, hangi kuruma, nasıl başvurusun… Bu nedenle zor ve yıllar yılı konuşulmamış bir konu bu.


“Daha önce Türkiye kamuoyunda duyduğumuz ya da daha az gözlemlediğimiz vakaları bu kitap için anlatanların tamamı yurt dışında yaşayanlar.”


Bu isimlerle konuşurken hep aynı şeyi vurguladım. Fransa'yı sarsan cinsel istismar davasında Gisèle Pelicot'nun sembolleşennde olduğu gibi, “Utanç tarafı değiştirmeli. Utanç yükü sakatlıkların sözü değil, başarısızların omuzlarında olmalıdır…” O zarar, elbette faile ait ve bunu anlatarak, aktararak, başarısız işaretler vererek çizebilirsiniz. Ama elbette çok zor. Ben herkese, istediği kadarını anlatabileceklerini, kişilerin isimlerini verebileceklerini, akrabalık bağları varsa gizleyebileceklerini söyledim. Sonunda ulaştığımız tüm tanıklar, bildiklerini anlattılar.


Ablasının, yaşadığı zorluklar nedeniyle birkaç gün sonra hayatını kaybettiğini söyleyen Theodora Dobrila Fotoyanopulu, “Şimdi başka türlü her şey. Eskiden bunları konuşamıyor” diyor mesela. Fotoyanopulu, babası “Neyin var mı?” dediğinde susan, titreyen ablasının vefatından sonra sadece doktorlarla paylaştıkları anlatıldı: "Karşı binada oturan bir kız vardı.


Bazı isimlerle cinsel istismardan son anda kurtuluş, kurtarılış anlatıları aktarıldı. Mesela Eğrikapı'da yaşayan ve o zamanlar 7 yaşında olan Minas İokaimidis, o gece annesi ve anneannesiyle birlikte bir sığınak yapıyor. Güruh evin içine kayıtlı biri annesini kolundan yakalıyor. "Sen Kaptan Yorgi'nin kızı değil mi? Gel bakalım. O kadar zaman seni arıyorum. Şimdi bakalım insanlara nasıl kurtulacaksınız?" diyor. Annesini basamaklardan aşağıya doğru götürmeye çalışırken küçük çocukları ne ilerletmeyi bilemez halde. Sonrasını şöyle anlatıyor: "Hiç düşünmedim. Bütün kuvvetimle adamı sırtından aşağıya ittim. Merdivenden aşağı. … Duvara çarpıp çuval gibi yere düştü. Annemin elinden aldım. Yukarıya çıktık. … Aşağıya döndüğümde baktım, adam orada yoktu ama duvarın üstünde kan izi vardı. Kim bilir ne oldu? Ne olduğunu hiç öğrenemedim. Aldılar gittiler mi? Kim bilir? Ama bunu yapmasaydım annem annem gidiyorduti."


Despina Mistiloğlu, "8 yaşındaydım. 70 yaşında o ânı unutmadım. O ânı, o korkuyu ben onun Eylül ayında yaşıyorum. Onu, o ânı unutmuyorum, unutamam" diyor mesela...


Minas İokaimidis annesini kurtarıyor ve bunu da anlatmak zor elbette ama kadınlar doğrudan hedefleniyorlar için daha zorlanarak konuştu. Despina Mistiloğlu, "8 yaşındaydım. 70 yaşında o ânı unutmadım. O ânı, o korkuyu ben onun Eylül ayında yaşıyorum. Onu, o ânı unutuyorum, unutamam" diyor mesela. Edirnekapı'da annesiyle birlikte Giritli bir Türk aile, komşularının yanına sığınıyorlar. Sabah evlerine dönerken üç asker görüyorlar. Bunu normal karşılıyorlar tabii. İçerideki yerler daha sonra evi yağlanmış halde buluyorlar. O ânın şokunu yaşarken başka bir travma ekleniyor: "Bir asker muayene edildi ki bir asker sadece kapıda kaldı. Diğer iki evin içine girdi. Annemi bir köşeye sıkıştırdılar... Bir de duyan ki bir asker 'Sen' diyor, 'Anasını sıkıştırdı. Ben de küçüğü sıkıştırayım.' Ben zannettim ki annemi öldürmek, boğmak istiyor. 'Annemi boğma. Annemi yalnız bırakıyorum. Ben annemi istiyorum. Bizim bebeğimiz var. Sen beni öldür!' diye bağırıyordum.” Neyse ki çığlıklarını karşıdaki Giritli Türk ailesinin iki oğlu duyuyor ve anne kızını kurtarıyor Mistiloğlu, “Bizi kurtardılar. Yoksa bizi anne kız orada sıkıştıracaklardı. Daha kötülerini söylemek de istemiyorum. Aklım almıyor” diyor.


Bu istismarların ardından toplum içinde sessizliği katmerleyen bir başka süreç döngüsü: İstenmeyen üremeler. Aliki Şanguloğlu, Kumkapı'daki Aya Kiriaki Kilisesinin tam olarak oturan akrabalarının cinsel istismarını aradan haftalar sonra korkunç bir iyileşmeyle öğrendiklerini söylüyor: “Bir gün halama, yani babasının kız kardeşine o kuzin telefonda çalışıyor. Ertesi günü kız çamaşır suyuyla intihar etti. Hamileydi Eylülden sonra yaşadılar!


Konuştuğunuz bir özür, bir onarımın içeriği var mı? Hiç olmazsa bir kabahat işlendiğinin resmî olarak kabul edilmesi gibi.


Benim ilk kez Rıfat Bali'nin tanıklıklarından oluşan derlemede, Foti Jean-Pierre Fotiu'nun II. Patrik Athenagoras, binanın üst düzey yetkililerinden, “evlerinizi, işyerlerinizi ve kiliselerinizi tamir ettireceğiz” sözü verdikten sonra verilen maddi zararın karşılanacağını ve çalıştırılmaların en kısa sürede olacağını cemaate bildirmek ister. Bunun için yapılan bir toplantıya bir kadın da gelir. Baştan aşağı siyahlar giymiştir. Orta yaşlı, başörtülü bir kadın. Kadın ileri doğru uzanan ve patriğe iyice yaklaşarak, "Patrik cenapları, kırılan saldırganlardan biri tarafından saldırıya uğradı" der ve şöyle ekler: "Peki onu ve onunla aynı kaderi paylaşmış olan kızlarımızı nasıl kırarız? Bu anlatımda olduğu gibi, kesin bir onarım asla olmayacak, olamayacak. Özür dilenmesi gerekenler artık aramızda olmayanlar. Bu nedenle gerçek bir kişinin zaten sonsuza kadar. Ama de yine elbette resmî bir talep talebi var. En azından yapılanın yanlış devam ettiği resmî olarak da kabulü için…


Peki devam ediyor süregelen bir sürpriz var mı? Ya da yanıtını bir türlü bulamadıkları bir soru: “Birlikteki insanlar nasıl bize böyle bir şey yaptılar?” gibisinden.


Elbette kurtarıcılar gece boyunca İstanbul'da çok daha büyük bir felaket yaşanırken, saldırganlar arasında da arkadaşlar ve komşular vardı. şimdiki soykırımlarda olduğu gibi. Çünkü komşuluk fiyatını almayı tercih ediyorlar. Komşular olarak tanırız. Mesela Ruanda Soykırımı üstüne çalışan Hélène Dumas, “devletten gizlenebilir ama komşulardan asla” der. Az önce Minas İokaimidis'in annesine “Sen Kaptan Yorgi'nin kızı değil mi?” diye seslenen Saldırgan belli ki bu gerçeğin bir tezahürü. Büyükada'daki kardeşi Stathis Arnavitis, çok sevdiği bir arkadaşının yağmacılara şöyle seslendiğini aktarıyor: "Arkadaşlar! Bu dükkânı unuttunuz, kırmadınız!" Yıllar geçmiş olmasına rağmen şaşkınlıklarını da sürdürüyorlar. Bu dönemde kolay gelinebilecek bir travma derecesinde


6-7 Eylül pogromu Yeniköy'de konuşulacak


Gazeteci – Yazar Serdar Korucu'nun 6-7 Eylül pogromunun son tanıklarıyla yaptığı söyleşilerden yola çıkan kaleme alınan “Akşam İstanbul'da Çok Kötü Bir Şey Oldu” kitabı için Yeniköy'de bir tanıtım toplantısı düzenleniyor. Yeniköy Panaia Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı tarafından Thetokia Kültür Festivali kapsamında düzenlenen etkinlikte Serdar Korucu katılacak. Etkinlik 6 Eylül Cumartesi günü saat 18.00'da. Adres Köybaşı Caddesi Nod. 66, Yeniköy


Kaynak